Sevgili ÖZTÜRKLER ailesi;
Her zaman iyi dileklerim sizlerle beraber olmuş olsa da ismim ve konumumla ilgili spekülasyonları sizlere taşımamak adına hep uzak kalmaya gayret ettim. Gerçi ben ne kadar uzak kalmaya çalışsam da bunda çok başarılı olduğum söylenemez.
Yaptığımız fedakarlıklara rağmen değişen çok bir şey olmadığına göre, ara sırada olsa da bari muhabbetlerinize iştirak edeyim..
Bu yazımın 3 Mayıs Türkçülük gününe denk gelmesi benim için çok ayrı bir sevinç.
Bundan 7 sene kadar önce, yakın 15-20 arkadaşımı davet edip, evimizin bahçesinde 3 Mayısı kutlamak istedim.Davet ettiğimiz arkadaşlarımın hemen hemen hiç biri 3 Mayısın ne olduğunu bilmiyordu.Daha o gün kendi kendime bir karar almıştım.”3 Mayısın Türkçülük günü olduğunu dost düşman herkes tarafından bilinmeli” diye.Bu düşüncemi orada bulunan arkadaşlarla da paylaştım, ve ertesi gün şu an sahibi bulunduğum CEL Reklam şirketinin kuruluş dilekçesini verdim.Şirkete ait reklam araçlarıyla, gazete ilanlarıyla ve elektronik posta iletileriyle, galiba 3 Mayısın varlığını insanlara biraz öğretebildik.Tabi ki hedefimiz 3 Mayısın tüm dünyada Türkçülük bayramı olarak kutlanması olmalı.
Uzun zamandır sizler tarafından mektuplarla sorulan konularla ilgili tek tek cevap yazma gayretinde olsam da, pek başarılı olduğum söylenemez. Onun için o konulara da değinmek isterim.
Bunlardan en çok kafama takılanı Kadir Çelik ile yapmış olduğum röportajın bir yerinde, “ben bir hiçim” dememle ilgili. Dostlarımız tarafından üzüntülerini belirten mektuplar aldım, kendim de izlediğim için onlara hak verdim.
Benim yaptığım röportaj 2 saatlikti. O röportajı bütün İstanbul Polisi tarafından aranırken yaptım.Zaten gerginliğim röportajda ki görüntülere de yansımıştı.Tüm bu kötü şartlara rağmen röportaj başından sonuna kadar yayınlansaydı, ben yine iddia ediyorum ki çok başarılı bir röportaj olurdu.O iki saat içersinde anlatmış olduğum hiçlik tanımını bir cümleyle özetlemek istersem, herhalde şu şekilde özetlerim “BİR PİÇ OLUP İMPARATOR OLMAKTANSA ONUR SAHİBİ BİR HİÇ OLMAYI TERCİH EDERİM!”
“Ben bir hiçim” kelimesi kesilip tek başına verilince, tabi ki hoş bir yorum olmadı.
Yine aynı röportajda, ilk duyunca benim bile sinir olduğum bir söz vardı.”GEREKİRSE LİMON SATARIZ”
Söylenmiş olan bir söz anlamından ancak bu kadar uzaklaşabilir.Sanki her kanalda bulunan şaka programlarının biri çekiliyor, ama maalesef şakaya muhatap olan kişi benmişim gibi….
Bu konuyla ilgili olarak bazılarının yorumu şöyle olmuş: “Polisler arıyor ya onun için böyle konuşuyor.” Bu düşünceye o an için kaç kişinin sahip olduğunu bilmiyorum ama şunu çok iyi biliyorum ki, benim birilerine şirin gözükmek gibi bir derim olmaz, buna Cehennemdeki Zebaniler de dahil.
Limon satma kelimesinin televizyonda yayınlanmamış bölümünü burada yazmak isterim. İlgiye değer bulup sizler de okursanız sevinirim.
Röportajın o bölümünde Türkçülük ideolojisini konuşuyorduk. Ben gençliğimizin ilk yıllarında yaşadığım anılarımdan birini genel bir tespit yaparak anlatmıştım. Hikaye şu idi;Şu an rahmetli olan emekli bir Deniz Amiralimizle beraber, gençliğimizin ilk yıllarında Anadolu Hisarında balığa çıkmıştık.Hem balık tutuyor hem de ülke meseleleriyle alakalı muhabbet ediyorduk.Balıklar karaya yakın bölgeye geçtiler, biz de tekneyle yalılara doğru yaklaştık.Muhabbet bir anda yalı sahiplerinin kim olduğuna döndü.Ben bu yalı kimin, şu yalı kimin diye devamlı soru soruyordum.Rahmetli Amiralimizde istinasız hepsinin gerçek sahibini tanıyor, tek tek anlatıyordu.Ancak sorduğum sorulara aldığım cevaplar bana çok enteresan gelmeye başlamıştı.”-Abi , Boğazın bu yakasında 500 yalı, diğer yakasında da 500 yalı var, bu yalı sahiplerinden hiç Türk olan yok mu?” dedim.
Bütün insan hakları beyannamelerinde şöyle bir madde olduğunu biliyorum; Ülke nüfusunu oluşturan çoğunluk, azınlık olan haklara da aynı imkanları sağlayacak. Yani onlara ikinci sınıf insan muamelesi yapmayacak.Yüreğinde bir parça sevgi taşıyan, insan olan her canlı bu maddenin doğruluğu için altına imza atar.Ancak, olayın yaşandığı geçmiş tarihte bir şey beynimi devamlı kurcalıyordu.Bu ilkenin %1’i Ermeni, Yahudi, Rum olsa, biz onları kendimizden ayırmasak da, onlar biz TÜRK değiliz, kürdüz dedikleri için, Kürtleri de öyle kabul edersek, diyelim ki onlar ülkenin % 9’unu oluşturuyor.(yani nüfusun %9-10’u ediyor). Neticede insan hakları beyannamesine göre, bu bin yalının 900’ü Türklerde 100 tanesi de Ermeni, Rum, Yahudi ve Kürtler de olmalı. Ama Türkiye’de durum tam tersine, 100 yalı Türklerde, 900’ü diğerlerinde.Bu düşüncemi rahmetli olan Amiral büyüğümüze teknede anlatmıştım, kendisi gülmeye başladı, sonra da kendisine Necip Fazıl Üstad’dan bir şiir okumuştum.
Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul,
Bir kişiye dokuz, dokuz kişiye bir pul.
Bu taksimi kurt yapmaz, kuzulara şah olsa
Yaşasın milletin anasını ağlatan hegemonya, hegemonya……
Diyerek son satırı kendim kara mizah yaparak eklemiştim. O zaman ki düşüncem buydu, şu andaki düşüncemde bu, yarınlarda ki düşüncemde bu olacak. Yani yaşadığım sürece bu düşüncem hiçbir zaman değişmeyecek.
Benim için en büyük üzüntü kaynağı ise, rahmetli Amiralin söylediği son söz oldu; “Yaptığın hesapta ki 100 Türk ailesinin de takriben 50 tanesi Türk ismi kullananlardan, yani devşirme” dedi. O an ki hislerimi şu an anlatabilmemin mümkün olmadığını zannediyorum.
İlk düşüncelerim kin üzerine kuruluydu, çok sinirlenmiştim. Balık tutarken basit bir şekilde yaptığımız hesap, bu ülkenin gerçeğini ortaya koyuyordu. Daha sonra düşünmeye devam edince, kızmanın, sinirlenmenin hiçbir işe yaramadığını anladım.
Varlık vergisi gibi saçma bir uygulama yapılacak hali yoktu, peki o zaman ne yapılmalıydı bu insanlara?
Belki çok iyi davranarak bu işin sırrını (yani paranın nasıl kazanıldığını) bunlardan öğrenebilirdik. Biraz önce çok sinirlendiğim insanlara karşı bu sefer içimde bir korumacılık hissi belirdi!(öyle ya bunu birilerinden öğrenecektik, para kazanmayı bilenlerde onlardı maalesef)
O tarihlerde hayatımda köklü değişiklikler yapma kararı aldım. Uyuşturucumu satıyorlar, polisin görevi onlar ilgilensin
Şunu mu yapıyorlar bunu mu yapıyorlar artık Don Kişot’luğa gerek yok biz para kazanmalıyız dedim. Ailem varlıklıydı ama ailemin sahip olduğu para gibi değil. O yalıları satın alabilecek parayı kazanmalıydık. Arkadaşlarımı toplayarak bu düşüncemi anlattım. Güç paradır dedim. Parada ticarettir. Biz sokaklarda oralarda buralarda vatan kurtarıyoruz sevdasındayız ama bu vatan neredeyse sözde bizim dedim.
Bu yüzden gerekirse limon satacağız ama ticaret yapacağız, çok par kazanacağız dedim. (İşte o günden sonra benim başıma gelmeyen kalmadı).
Ben Sayın Kadir Çelik’e bütün bunları anlattıktan sonra dedim ki: “Gerekirse limon satarak ticarete başlayacağız. Biz zekamıza güveniyoruz hepsinden daha zekiyiz. Hepsinden daha başarılı oluruz” dedim. Tabi bütün bunları televizyonda göstermeyip benim devamlı gerekirse limon satacağız sözümü yalnız başına verince saçma sapan bir şey oluyor . Yani bu sözün altı doluydu ama maalesef sözümüz yalnız başına havada bırakıldı. Bu konuyla ilgili mektup yazan bazı arkadaşlar olmuştu. Umarım ki onlar tatmin olmuştur.
Bu eski günlere dönmüşken rahmetli amiralle aramızda geçen beni çok etkileyen bir diyaloğu anlatmak isterim. Ben amirale dönerek demiştim ki “….. emekli de olsa koskoca amiralsiniz. Niye sizin yalınız yok, neden almıyorsunuz ? uzun bir süre gülmüştü tabi ki anlatmak istediğini anlayamamıştım. Ama okuduğum bir kitapta Atatürk’le bir yazının arasında geçen diyalogta galiba o gülmenin anlatmak istediğini bulmuştum. Hatırlayabildiğim kadarıyla hadise Çukurova bölgesinde cereyan ediyordu. Gazi o bölgeyi gezerken güzel birkaç ev dikkatini çeker ve sorar. Bu ev kimin cevap olarak Agop’un evi derler. Diğerini sorar, Ohannes’in olduğunu öğrenir diğer güzel evde, Sinno’ya Aittir.
Atatürk o an arkasına dönerek oradan birisine sorar. Senin evin var mı?. Küçük bir evinin olduğu yönde cevap alır. Ulu önder tekrar sorar bak onlar bu kadar güzel evler yapmış
Sen niye yapmadın deyince gelen cevaba çok şaşırır ( Paşam savaşmaktan ev yapmaya vakit bulmadık ki ) galiba bizim amirale sorduğumuz sorunun cevabı da buna benzer bir şeydi.
Gençliğimizin ilk yıllarında muhabbetimizin çoğunu bu tip konulara ayırırdık. İmkanlarım hem ailemden hem kendi konumumdan dolayı çok iyiydi. Bir akşam üzeri yakın bir arkadaşımla muhabbet ederken bana şunu söylemişti: “Allah aşkına insanlara tek tek anlatıp ne olacak?. Hem sen başbakan mı olacaksın. Buna tahsilin de, sahip olduğun namın da pek müsait değil” dedi. Genç yalında başbakan kadar havan var ( Bu muhabbet yapıldığında 23 yaşındaydım) makarana baksana. Eğlencene baksana bu kadar imkanın var ama kullanmasını bilmiyorsun demişti. Ben de kendisine ben zeki bir insanım. Hata yapmam daha doğrusu yapmamaya gayret ederim. Senin bana söylediğin şeyleri inan ki kendime çok sert şekillerde söyledim. Yüce Allah’a isyan etmedim ama şu sorunun cevabını öğrenebilmek için çok dua ettim. Neden bir çok imkanım olmasına rağmen sokaklardaki iğrenç dünyanın içine girdim? Neden bu kadar acı çektim?. Sokaklarda ihaneti, kötülüğü, kalleşliği yaşadım. Uyuşturucu kullanan insanların dünyasında ne işim vardı ve neden ben Allah’ım diye her daim soruyordum.
Ülkeyi ve dünyayı yönetenleri görünce onlardan daha iyi olduğumu hissedebiliyordum ama oralara talip olamayacaktım. Sorduğum bu sorunun cevabını bana hayatın kendisi getirdi. 23 yaşında Türkiye’nin en genç eğitimcisi oldum.
Yaşıtlarım üniversitede okurken ben binlerce öğrenci okutuyordum. Evet sokakta tüm o iğrençliklerin o acıların içinde yaşamıştım. Bürün arkadaş çevrem normal aile dostlarımızın çocuklarıydı. Ama onların hiçbir tanesi benim yaşadıklarımı yaşamadı. Pisliğin içerisinde yaşayıp o pisliğin parçası olamamamın tek bir açıklaması vardı kötülüğün ne olduğunu öğrenmek.
Arkadaşlarıma dönerek şöyle dedim “ Evet benim bu dünyadaki misyonum, sokağın tüm kötülüklerini bildiğim için bir gün ırkımızın kaderini değiştirecek olan çocukları gençleri kötülüklerden korumak, okutmak ve eğitmek dedim. Arkadaşımla o tarihte yaptığım bu konuşmadan sonra, “neden Allah’ım bu acıları ben çektim” sorusunu bir daha sormadım.O an itibarı ile bu dünyadaki yazgımı bulmuştum, bundan sonra yaşayacağım her dönemde de bu yazgıya hizmet edeceğim.Bunun başka bir açıklamasını bulamadım (yoksa neden bir insan dertsiz başına dert arar, bu sıkıntıları yaşar değil mi?)
Başka bir arkadaşım da bana buna benzer bir şey söyledi. “Kaç kişi internet sitesini takip edecek de, kaç kişiyle bu düşündüklerinizi yapacaksınız?” dedi.
Bu yazdığım yazıyı şuan halen okuyanlar varsa, şunu çok iyi bilsinler; Sadece 1 kişi bile olsa, şahsımı sevip, sevmemesi hiç önemli değil. Sadece Türkçülük ideolojisine ve bir gün kurulacak olan Birleşik Türk Devletlerine inansın, yeter de artar bile ben bu uğurda bana düşen görevin bilincinde olur, bu dünyanın tamamıyla uğraşırım. Buna gücümde, inancımda, direncim de yeter.
Evet inanan bir kişi bile varsa başarılması için çok büyük bir umut var demektir.
Biz gerçekten çok garip bir milletiz. Türkiye bizim devletimiz deriz övünürüz, gururlanırız bu gururu yaşarken karnımız açtır, üstümüzde başımızda hiçbir şey yoktur. Bu acaba neden böyle diye düşünmeye başlayınca ya komünist olursunuz ya faşist olursunuz yada mafya olursunuz. Yani iyi olmayan bir sıfata sahip olursunuz. Niye böyle diye düşündüğünüz zamanda aklımız karışır hiçbir çözüm bulamayız. İşin en kötü yanı size bu suçlamaları yöneltenlerde Türklüğe hizmet ettiğini düşünerek yapıyordur. Bir ülkenin sahibi olabilmeniz için o ülkenin finansıyla yani parasına sahip olmanız gerekir. Allah aşkına, bunun Türkiye’de böyle olduğunu söyleyecek hiç kimse var mı? (Tabi ki akıl sağlığı yerinde olan)
Osmanlı’dan beri değişmeyen tek öğretimiz baba mesleği kavramı. Berberin çocuğu berber, kasabın oğlu kasap, çiftçinin oğlu çiftçi işin en kötü tarafı halen böyle devam ediyor. Kendi ülkesinde amelelik yapan tek millet biziz herhalde. Birde Güney Afrika vardı, onlarda kendini kurtardı bakalım biz ne zaman kurtulacağız.
Uyuşturucu dağıtıcılarıyla savaş yapardık. Şimdi kendime gülüyorum biz dağıtıcılarla uğraşırdık ama malların esas sahipleri yalılarda oturur, evlerinde polis beklerdi. Bunun daha bir farklısı şu an ülkede yaşanıyor. 200 bin Mehmetçik Irak sınırında bazıları kalleşçe uzaktan kumandalı bombalı saldırılarda şehit oluyorlar. O uzaktan kumanda düzeneklerini yollayan dost kılıklı düşmanlarımızın büyük elçileriyle,
bizim Bakanlık yetkilileri öpüşüp duruyorlar, o örgütün liderinin cezaevinde bir tek kuş sütü eksik.(Bizden çok iyi durumda) Boğazlarda, yalılarda oturan, şu an bir çok bakanlıkta iş bitiren aileler, PKK’nın finansını sağlıyor yani, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Bakanlıklarından aldıkları ihalelerden elde ettikleri kârın bir bölümünü PKK’ya veriyorlar!(Tabi bunlarda kokteyllerin değişmez soylu aileleri!) Rezillik ya başka hiçbir şey değil! Bir ülkenin sahibinin kim olduğu iki maddeyle belirlenir. Birincisini söylemiştik: Finansa hakim olan!
Maalesef finansa hakim olan değiliz. Kalıyor ikinci şık, yani “sokağa hakim olan”. Sokak deyip geçmeyin, çok önemlidir. Sokak sana aitse, huzurunla yaşarsın “param olmasa da, huzurum var” dersin. Ama sokakta korku hakim olursa çok kötü olur.Şimdi bu satırları halen daha okuyan birisi varsa ki, var bunu hissedebiliyorum, basit bir soru aklıma geliyor; Sokakta huzur var mı? Bu sorumun cevabını sizlere bırakırım, benim genel cevabım şundan ibaret; Bu ülkenin parası yani, finansı Türklerde olmalı, bu ülkenin sokaklarında huzur olmalı, ancak bu şartlarda bu devletin bizim olduğunu söyleyebiliriz.
Sevr Antlaşması iptal edilip, Lozan Antlaşması yapıldığında Lord Gürzon, antlaşmayı imzalayan İsmet Paşanın koluna girip şunlar söylemiştir;
“Genç Türkiye Devletinin, genç kumandanını ve genç diplomatını her iki zafer içinde tebrik ederim” dedi. Sonra şöyle devam etti; “ Generalim kapitülasyonlardan akla gelen veya gelmeyen ve sizce engel sayılan bir çok şeyden memleketinizi kendi tabirinizle kurtardınız. Bende nihayet görüyorsunuz ki, bütün bunlara evet dedim.Fakat hiç düşündünüz mü ki, bundan sonra ne yapmak istersiniz, yine bizlere muhtaç olacaksınız” Burada Lord Gürzon sağ elinin, baş parmağıyla, işaret parmağını birkaç kez birbirine sürttükten sonra; İşte o zaman parayı verirken şimdi kazandıklarınızı bize iadeye mecbur kalacaksınız. İsmet Paşa bu yaşanılan durumu Türkiye’ye dönünce ATATÜRK’e anlatmış, ATATÜRK’ün de verdiği cevap şöyle olmuştur; “Mecbur kalınmadıkça yabancılardan asla para alınmamalı!”
Bu kadar açık sözlü sözde müttefiklere sahip olduğumuz için acaba ne yapmalıyız? Sevinmeli miyiz? Üzülmeli miyiz?
Lozan’da kazandığımız hemen hemen her şeyi elimizden almak için, bizi durmadan borçlandırıyorlar. Uyguladıkları faiz hesabı en zalim tefecilerde bile yok.Biz ise halen daha aynı hataya devam ediyoruz.Durmadan para alıyoruz, borçlanmaya devam ediyoruz.
Satırlarıma son vermeden önce, 3 Mayıs Türkçülük gününüzü tekrar kutluyor, sizi ve tüm sevdiklerinizi, YÜCE YARATICI’YA emanet ediyorum.
Sedat PEKER