İHSAN KARAKAYA
  Sedat Peker'den Öztürkler Ailesine (28.12.2006)
 
 Sedat Peker'den Öztürkler Ailesine (28.12.2006)

Mensubu olmaktan onur duyduğum Öztürkler Ailesinin saygı değer üyeleri, sohbetimize başlamadan önce sizleri sevgiyle selamlarım.

Mektup yazan arkadaşlarımızın sorularını cevaplayabilmek hem de muhabbetinize iştirak edebilmek için uyguladığımız bu yöntem yani mektupla iştirakim bir çok arkadaşımız tarafından keyifle karşılanmış, daha doğrusu şahsıma gelen mektuplardan ben bu kanıya vardım. Bu vesile ile hepinize ayrıca teşekkür ederim.

Hatırlaya bildiğim kadarıyla bir önceki mektubumu cezaevlerinde imkansızlıklar içerisinde yatıp da karakter olarak iyi insanlarla, bir çok imkana sahip olan karaktersiz insanları örneklendirerek tamamlamıştım.

Hatta cezaevi bloğunun ana giriş kapısına herkesin görebileceği bir şekilde yazdığım şu güzel atasözünü de eklemiştim.

“Nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok,
Nice elbiseler gördüm içinde insan yok…”

Bu anlatmış olduğum örneğin hepimizin üzerinde aynı etkiyi yaptığını söylemek herhalde çok doğru olmaz. Şu an yazıyı evinde bilgisayarı olmadığı için internet cafeye giderek okuyan arkadaşlarımızın olduğunu hissede biliyorum. Tabii ki bu arkadaşlarımız anlatmış olduğum örnekten hepimizden daha fazla etkileniyor.

Bir çokları evlerindeki son model bilgisayarla çocuk pornosu sitelerine veyahut da saçma sapan sitelere girip eğleniyorken bu arkadaşlarımız da vakti zamanı geldiğinde ülkeme nasıl hizmet edebilirim düşüncesiyle vatansever duyguların işlendiği sitelere, belki karınlarını doyurmaları için ihtiyaçları olan son paralarını ödeyerek, belki de o gün aç kalarak bu yazıları internet cafelerde okuyabiliyorlar.

Bazılarınızda şu anda o kadar da değil şeklinde bir düşünce oluştuğunu tahmin edebiliyorum. Ama inanın ki şu an bu yazıyı okuyan insanlar arasında biraz önce anlatmış olduğum durumda olan bir çok arkadaşımız var.

Bu şartlarda hayat süren arkadaşlara belki faydası olur diye, en zor anlarımda güç bulmak, direnç bulmak için sıklıkla hatırladığım bir öğretiyi paylaşmak isterim.

Dünyanın bütün kıtalarındaki insanlar tarafından tanınan, bilinen ve sevilen Walt Disney’in hayatındaki bazı kesitler, yaşamış olduğum en kötü anlarda bana rehberlik yapmıştır. Karnını bile doyurmaktan aciz durumda olan bu insan sanatçı olabilmek için çizmiş olduğu resimlerle Kansas City Star’a giderek kendisine iş vermelerini, destek olmalarını ister. Bu kurumun genel yayın müdürü resimlerini gözden geçirdikten sonra kendisinin hiç bir yeteneği olmadığını belirterek müracaatına olumsuz bir cevap verir. Tabii ki Walt Disney kırılan kalbiyle oradan ayrılır, karnını doyurabilmek adına çok komik paralar karşılığında kilise için resimler çizer. Kendi başına stüdyo tutacak kadar parası olmadığından, babasının garajını stüdyo olarak kullanır. O zamanlar durumunu hiç beğenmediği gibi durmadan da şikayetçi oluyordu. Ancak garajda yağ ve benzin kokularının içinde farelerle çalışmak kendisine dünyanın en çok tanınan ve sevilen adamı olabilmesi için fikirlerine ilham oldu. Soğukta elleri titreyip canı sıkkın bir şekilde çalışırken devamlı deliğinden çıkan fareye gülerek yiyeceğini vermeye başladı. Daha sonraları aralarındaki dostluk o kadar gelişti ki, fare artık resim çizdiği yere kadar gelip oyunlar yapmaya başladı.

Tüm kıtalarda yaşayan çocukların arkadaşı Mickey Mouse’un fikir ilhamı işte böyle bir atmosferde başlamıştır. Bu hikayeyi okumadan önce birisi bana “Mickey Mouse’u yazan bir insanın çocukluğu, gençliği nasıl geçmiştir? “ diye sorsa herhalde cevabım; çok mutlu, huzurlu, neşeli, varlıklı bir ailede yetişmiştir derdim. Başka bir şey düşünemezdim.

Ama biraz önce uzun uzun anlattığım gibi hiç de öyle olmamış.Bu ilham yokluklar, açlıklar, sıkıntılar içerisindeyken hatta en önemlisi kendini bilmeyen bir genel müdür tarafından cesareti kırılmışken gelmiş.

Herhangi bir internet cafede bu yazıyı okuya bilen arkadaşlarım, (bilgisayarı olmadığı için) biraz önce anlatmış olduğum olaya benzer binlerce örnek verebilirim. Hayallerimizi elimizden almak isteyecek genel müdürler, çalışma azmimizi almak isteyecek imkansızlıklar, zorluklar hep olacaktır. Bence yapılması gerekli olan en doğru şey, geriye bakmadan ilerlemektir, “Her sıkıntıda dengi kadar veya daha fazlası kazancın tohumları vardır” öğretisini okumaktır.

Eğer bu şekilde davranmazsak ne olur? İşte bu soruyu yalın ve adil bir gözle kendimize sormalıyız. Bulmuş olduğumuz cevap ise herkesin doğrusu olacaktır. Ben size bu soruyu kendime sorduğumda bulduğum cevabı anlatayım, sizler de kendinize sorarak kendi doğrularınızı oluşturunuz. Ondan sonra ise hayatta ki her şey, acılar bile sizi mutlu etmeye ayrıca da beyninizde bir anlam bulmaya başlayacaktır.

“Acı arkadaşındır, seni hayatta tutar.” sözünü sıkça tekrarlamaya başladığımızda hayatımıza yeni bir anlam yüklemeye başlıyoruz demektir.

Çevremizde soylu oldukları söylenen bazı insanlar görürdüm. Bunların soylulukları nereden geliyor diye incelediğimde, her şey daha komik bir hal almaya başlardı. Büyük büyük nineleri fazlaca güzel olduğundan sarayın bahçıvanına cariye olarak satıldığı için saraylı aile olmuşlar. Yani bu milletin parasıyla sefa sürmüşler. Koskoca imparatorluğun çöküşüne, mahvolmasına sebep olmuşlar. Karşılığında ise boğazlarda yalılara, bilmem nerelerde av evlerine daha başkaca bir çok şeylere sahip olarak soylu olmuşlar. (Bu nasıl soyluksa..)

Bir de yeni soylularımız oluşmuş, bunlar da Cumhuriyet döneminin soyluları. Hepsinin ortak özelliği daima dürüstlükten bahsederek, namussuzluk yapmaları, ihanet içinde olmaları olmuş. Sizin paranızı daha doğrusu bizlerin paralarını, devleti soyarak çalmışlar. Hem de o kadar çok çalmışlar ki, neredeyse bizim devletimizden bile daha zengin olmuşlar.Bu soylularımızın da en büyük yaptığı fedakarlık bilmem hangi fokları kurtarmak için 50.000 dolar vermek, tabi bu paraları da ödeyecekleri vergiden düşmek olmuş.

Sohbetimin başında anlattığım kişisel sorgulamamı yapınca elde ettiğim netice şu oldu; “Ya biraz önce anlattığım soyluların içersine dahil olacaktım, onlara biat ettiğim ölçüde yükselerek konforlu bir hayat yaşayacaktım; ya da ben bu iki çeşit kendini soylu zanneden sınıfa da saygı göstermeyerek benim saygımı hak edecek tek sınıf ruh soylularıdır” diyecektim. Bu ruh soyluları belki bir yerde simitçi, belki memur, belki de din adamıdır. Kim bilir belki de, kişisel gelişim uzmanıdır yada bir asker, belki de bir polistir, belki de bir iş adamıdır.Onları tanımasam bile benim saygımı kesinlikle kazanmışlardır. Çünkü onların ruhu soyludur.

Çok seneler önce henüz çok küçükken verdiğim karar buydu. İnsanların güçlerine, paralarına, unvanlarına değil, yüce gönüllülüklerine, soylu ruhlarına saygı gösterecektim.

İşte ben bu yüzden mutluyum. Her şeye rağmen bu yüzden keyifli ve umutluyum.

Gözaltına alındığımda şube müdür yardımcısı bana “- Neden kafanı eğmiyorsun?” dedi. Bende kendisine “Neden eğecekmişim?” dedim. Orada bulunan diğer polisleri, amirleri galeyana getirmek, benden nefret etmelerini sağlamak için herkesin içinde bana şöyle dedi; “-Sen kendini devletten büyük mü sanıyorsun? Sen kafanı kişi için değil, devlete karşı eğiyorsun, buraya gelen herkes kafasını eğdi, sende eğeceksin.”

Kendisine verdiğim cevap çok net ve anlaşılırdı. “-Demek ki buraya gelenler suçluymuş, benim kafamı eğmemem bile suçsuzluğumun göstergesidir. Ayrıca ben Kafkas asıllı bir TÜRK ailesinin çocuğuyum, biz ufacık bir çocukla bile tokalaşırken boynumuzu eğerek selam veririz. Bizim oranın saygı adetleri çok özeldir, çok abartılıdır. Ufacık bir çocukla tokalaşırken boynunu eğen adam, omuriliği ameliyatlı olduğu halde direnerek sizlerin boynunu eğmenize izin vermiyorsa bunun tek açıklaması; sizin, devletin iradesini yansıttığınıza inanmamasıdır” dedim.

Ayrıca, ben Mehmet Akif Ersoy’un; “Yumuşak başlı isem, kim demiş uysal koyunum. Kesilir belki ama, çekmeye gelmez boynum.” dörtlüğünü okuduktan sonra, “Ben bu öğreti ile büyümüş bir insanım, bazı insanların boynu bükülmez, çekilmez sadece kesilir” dedim. Galiba anlattıklarıma inanmamış olacaklar ki, fizik olarak en iri memurları seçerek, gazetecilerin de hepsini ön kapıda toplayarak boynumu eğmeye kalktılar. Şükürler olsun ki eğmedim. Şunu belirtmekte fayda var, çok daha fazla kişiyle uğraşıp boynumu yerinden çıkartıp eğebilirlerdi. Yani, boynumu kırabilirlerdi. Ama benim ruhumu her ne olursa olsun hiç bir şartta eğemezlerdi. Yüce ALLAH’ın izni ile de hiç bir kimse eğemeyecek. (bu sözüm bedeni olan her canlı için geçerlidir.)

Bu konuşmayı yapmış olduğum yetkilinin bir de üstü olan Şube Müdürü vardı. Şu an kendisi başka bir yere tayin oldu. Kendisi ile görevdeyken yüz yüze ya da mektupla yaşamış olduğumuz diyaloglarımızı da bu mektubumda olmasa da bir sonraki mektubumda mutlaka anlatacağım. Bu diyalogları hayretler içerisinde, utanarak, üzülerek maalesef ki gerilerek okuyacaksınız. Resmi belgeleri ile de kanıtlayabileceğim aramızda yaşanan diyalogları sizlerle mutlaka paylaşacağım.

İnşallah vaktimiz kalır da bu mektupta yer verebilirsem benim için çok daha iyi olacaktır. Çünkü bu diyalogların sizler tarafından bilinmesi, beni buraya gönderen zihniyeti öğrene bilmeniz açısından bence çok önemlidir.

Tutuklanıp cezaevine geldiğimizde benim neşemin çok iyi olması herkesi şaşırtmıştı. Onların merakını gidermek için kendilerine şunu söyledim; “ Tarih Köroğlu’nun öğretileriyle yaşayanlara bağrında yer açarken, bazılarına da bu insanlara bolu beyliğini layık görür.” Şunu çok iyi biliyorum ki bizden sonraki nesiller bizlerin muhabbetini yaparken, bu insanları da bizlerin Bolu beyi olarak mutlaka anacaklardır.

Dünya tarihinde bu tip olaylara verebileceğimiz o kadar çok örnek vardır ki bir tane daha örnek vermek istersek, Neron ile Romalı subay Torpes’in örneğini vermek bence çok uygun olacaktır.

Annesinin entrikalarıyla hak etmediği halde tahta çıkarılan Neron, Romalı subay Torpes’in kafasını kestirir. Torpes’in suçu ise Hıristiyan olması ve de inançlarından vazgeçmemesidir.
Torpes’in başsız cesedi bir kayığa konularak, yanında bir köpekle açık denize bırakılır. O zaman ki inançlara göre bir insana yapılabilecek en büyük hakaret budur. Mesela bugünle örneklendirmek istersek, bir Müslümanın cenazesini bir domuzla üst üste toprağa vermek gibi bir şey. İmparator Neron, Torpes’i böyle aşağılayarak tarihte bu şekilde anılmasını ve bu subayın hatırasına bile kimsenin saygı duymamasını ister.

Ancak İmparator Neron’nun ve de bugünkü Neronların bilmediği bir şey var; beşerin hesabı değişir yani insanın hesabı değişir, mutlak olan bir hesap var, o da yüce yaratıcının hesabıdır.
Tabiî ki Neron’nun hesabı tutmayacaktır. Akıntı, Torpes’in başsız cesedini taşıyan sandalını,Fransa sahillerindeki bir yere getirir. Burası daha sonraları St. Tropez olarak anılmaya başlanacaktır. Anlayacağınız üzere Torpes azizlik ünvanı almıştır.

İtibarı yok edilmek için bu uygulamalara muhatap olan kişinin ismi, yeryüzündeki cennet olarak nitelendirilen bölgeye veriliyor (St. Tropez) ve de azizlik ünvanı alarak ismi bir şekilde ölümsüzleşiyor. Neron’nun sonuna baktığımızda ise, saray entrikasına kurban giderek, katledildiğini, tüm dünyada ise Roma’yı yakan deli Neron olarak hatırlandığını görüyoruz.

Bazı telefon konuşma dökümlerini gazetelerde yayınlayarak itibarımı yok etmeye çalışanlar, sizlerin bana en fazla yapabileceğiniz, takipçisi olduğunuz Neron’nun subay Torpes’e yaptığı kadarı olabilir. Sizin itibarımı düşürmek için yaptıklarınız ise, değil benim itibarımı düşürmek sadece ve sadece itibarımı çoğaltacaktır ve çoğaltmıştır da.

Köroğlu’nun, Romalı subay Torpes’in hatıralarını saygıyla andıktan sonra, gençliğimin ilk yıllarında beni çok etkileyen Tarık bin Ziyad’ın hayatından da bir örnek vermek isterim. Vereceğim bu örnek diğer iki olayla benzeştiği için, onu da şimdi vermemin uygun olacağını düşündüm.

Tarık bin Ziyad inançlı bir Müslüman, iyi bir kumandan ve yılmaz bir cesaret adamıdır. İnanmış olduğu dini Avrupa kıtasına taşıyabilmek için, emrindeki çok az askerle İspanya kıyılarına çıkar. Gemiden indikten sonra içlerini korku kaplayan askerler, komutanlarına bu kadar az askerle dev gibi bir kıtada ne yapabiliriz, buraya ölmek için mi geldik, diye sorular yöneltirler. Tarihe geçmiş olan o meşhur sözünü işte o an söyler; “Gemileri yakın”. Gemiler yanarken askerlerini toplayarak bir konuşma yapar: “Bundan sonra geri dönmekle ilgili hiç bir şey düşünmeyin. Sizlerin de gördüğü gibi gemilerimiz yanıyor. Artık düşüneceğimiz tek şey, bu yeni kıtada nasıl tutunabiliriz ve de davamıza nasıl hizmet edebiliriz olmalıdır”

Bu şuurla hareket eden, sayıları az olmasına rağmen cesurca davranan bu değerli insanlar İspanyol köylülerini etkileyerek sevgilerini kazanmış; askerler de kahramanca savaşarak, mucize olarak nitelendirilebilecek başarılar elde etmişlerdir.

Avrupa kıtasında yaşanan bu gelişmeler, bütün Müslüman dünyasında çok büyük sevinçle karşılanır. Tarık bin Ziyad’ın çok daha üstündeki tüm İslam ordularının baş komutanı da bu başarıyı gözleriyle görmek için, o bölgeye bizzat gelir.Elde edilen başarının büyüklüğü gözlerini kamaştırdığı için, tarih önünde bu başarıyı kendine mal edebilmek adına, Tarık bin Ziyad’ı kargaların bile güleceği bahanelerle suçlar. Sözde bahanelerle de yargılayarak idama mahkum eder.

İçindeki korkuyu yok edebilmek adına geldikleri gemileri yaktıran, yepyeni bir kıtaya İslam’ ın tohumlarını atan Tarık bin Ziyad, bir itibar hırsızının, kompleks sahibi bir caninin emri ile öldürülür. Ama ilahi adalet Köroğlu’na gösterdiği adaleti, subay Torpes’e gösterdiği adaleti Tarık bin Ziyad’a da göstermiştir. İsmini bu dünya var olduğu sürece ölümsüzleştirmiştir. Bizler normal muhabbetlerimizde Cebelitarık Boğazı ismini her ağzımıza aldığımızda onun ruhu şad olmaktadır. Bu büyük komutanın ismi, o bölgedeki boğaza verilerek ölümsüzleşmiştir.

Bu başarıyı kendisine mal etmek için Tarık bin Ziyad’ın ölüm kararını veren İslam orduları baş komutanının sonunu mutlaka merak etmişsinizdir. İnanın ki onu bende bilmiyorum. Hiç araştırma gereği hissetmedim. Haksız yere isim yapmak isteyen bu zalime, tarih en büyük cezayı vermiştir. Çünkü onun ismini öğrenme gereğini bile kimse hissetmemiştir. Bolu Bey’ine, zalim Neron’a deli unvanını veren tarih, bu zalim komutana daha sert davranmıştır. Kötü de olsa tarihte hiç bir isimle anılmasına izin vermemiştir. İşte buna ilahi adalet diyorum. Her şeyin üzerinde olan adalet, yine Allah’ın adaleti.

Bu anlatmış olduğum yaşanmış öğretilerden umarım bazıları da kendileri için ders alır.

Son zamanlarda şahsımla ilgili veya kurulmasında emeğimiz geçmiş bu siteyle ilgili duyumlar alıyorum. (Tabi ki bunu söyleyenlerin sayıları çok az.) Kendilerini aşamamış bu kompleksli kimseler diyorlarmış ki; ‘Kardeşim o adam suç örgütü lideri, çete, Türkçülük ile ne ilgisi olabilir.’

Tabi bunları duyduğum zaman genelde gülüyorum, onların anlayamadığı tek şey Türk kanı taşıyan herkesin Türkçü olabileceği, buna da kimsenin karışıp müdahale edemeyeceğidir. Henüz hiç bir mahkeme tarafından suç örgütü liderliğinden suçlu bulunmadım. Eğer ki yargılanmış olduğum bu mahkeme beni suçlu bulur, Yargıtay’da onaylarsa kanunlara göre suç örgütü lideri olurum.

O zaman da derim ki; ‘Kanunlar tarafından suç örgütü lideri olduğu söylenmiş bir Türkçüyüm’. Yani bir insanın Türkçü olmasına hiç kimse karışamaz, yetkili merciiymiş gibi de fetva veremez. 2002 senesinde bu sitenin açılışıyla ilgili verilen kokteylden sonra bir konuşma yapmıştım. ‘Ulusal güvenliğimiz tehdit altındadır. Sağ ve sol kamplaşmaları bir kenara bırakılmalı ve ‘Ulusalcılık’ ön plana çıkarılmalıdır.’ Ben bunları söylediğimde, insanlar söylemek istediğim şeylerin ciddiyetini tam olarak anlayamamıştı. Ancak aradan geçen bir kaç seneden sonra ülkenin tek gündemi ‘Ulusalcılık’ olmuştu.

Bir insanı illaki sevmek zorunda değilsiniz, ancak bu insanın durum değerlendirebilme yeteneği, sezgileri ve bunun gibi bir çok özelliği normalin üzerinde ise ve yaşanacak tüm toplumsal olayları bir kaç sene öncesinden tespit edebilme yeteneği var ise, sevmesen de en azından saygı duymak zorundasın, daha doğrusu adil bir insan böyle davranır.

Türk Birliğinden, Türkçülükten sadece bir kaç kişinin bahsettiği dönemlerde, ateşin sönmemesi adına küllenmiş ateşi yeniden yakmak için verilen mücadeleyi yokmuş gibi kabul etmek, önemsememek bu tip insanların kendini komik duruma düşürmesinden başka hiç bir işe yaramaz. Eğer ki bir gün güçleri yetip de kafamızı kesmeyi becerebilirlerse de, tarihin onlara biçeceği misyon Tarık Bin Ziyad’ın komutanına biçtiği misyondan farklı olmayacaktır.

Biz bu güne kadar kimseden mükafat, takdir veya alkış beklemedik. Ancak son zamanlarda Türk Birliği ile ilgili konular sıkça konuşulmaya başlanıldığından dost meclislerinde bir çok insan bizim sitemizi ve bizleri onurlandırıyormuş. (hepimizi)

İlk zamanlar herkes gülüyordu ama şu an bazı kesimlerce ciddi ciddi alternatif olarak ‘Türk Birliği’ projesi düşünülüyor, diyorlar.

Biraz önce de belirttiğim üzere, bizim kimseden övgü beklemek veya alkış beklemek gibi bir düşüncemiz olmadı. Ancak tanıdığımız veya tanımadığımız insanlar hakkımızda güzel şeyler söyleyince, bazıları hemen kıskançlık krizlerine girip, başarıyı kendilerine mal etmek istiyorlar. Onlara diyeceğim tek söz, ‘bizim şan da, şöhret de nasılsa gözümüz yok, bütün unvanlar, alkışlar sizin olsun, eğer ki biz bu mücadeleye bir parça katkı sağlayabildiysek suç örgütü lideri olarak anılmaya da razıyız.’

İnternet sitesinin açılışında ülkede bayağı bir gündem olmuştu. Herkesin fikrini soruyorlar, en son değerli insan Nihal Adsız Hoca’nın çocuğuna da soruyorlar. Çocuğu da, Türkçülük ideolojisine inanmadığını açık açık söylemesine rağmen, babasının mirasçısı olarak röportaj yapıyor yani sitemizi eleştiriyor.

Oysa ki kendisi şu gerçeğin farkında değil. Büyük dava adamlarının çocukları, onların genetiğini taşıyanlar değil onların fikirleri ile yaşayanlardır.

Şükürler olsun ki her gece yatmadan önce yüce Yaratıcıya dua ederim. Dua etmeden önce de mutlaka içimden marş okurum. Bu marşların çoğu Nihal Adsız Hocanındır. Ayriyeten Nihal Adsız Hocanın Marşlarını ezbere okuyabilen benim haricimde kaç kişi vardır, onu da çok merak ederim.

Tabii bu konular üzüntü verici, sıkıntı verici bir hal alıyor. Oysa ki ben en başında söylemiştim. Hiç bir makam, hiç bir unvan, hiç bir başkanlık kabul etmiyorum. Yaşadığım sürece de etmeyeceğim. Sahip olduğum her şeyi de inandığım değerler için harcayacağım.
Bütün Terör örgütlerinin ölüm listesindeyim. Bütün uyuşturucu kaçakçılarının en çok öldürmek istediği adamım. Mafya Babası diye geçen insanların hemen hemen hepsi ölmemi ister. Bütün bunların ötesinde Polis teşkilatının içerisinde bir grup var ki, beni yok edebilmek için her şeylerini verirler. Ben bu mantığı da hiç bir zaman anlayamamışımdır. Polise düşman olması gereken kişiler, örgütler bana da düşman, bir de polisin içindeki gücü elinde tutan küçük zümre yine de bana haksızlık yapıyor.

Bir iki tane yabancı ülkenin istihbarat biriminin de beni mutlaka öldürmek istediğini bilen insanlar zaten biliyor.

Tüm bu mücadelelere rağmen hayatta kalmayı başarıyorum, ayakta kalmayı başarıyorum. Yapmış olduğum tespitler sayesinde, inanmış olduğum ideolojiye çok az da olsa hizmetim geçiyor. Bu da bir kaç insan tarafından fark edilerek hakkımızda güzel şeyler söylenmesine yol açınca, bu sefer de Türkçülük ideolojisine inandığını söyleyen bazı insanlarla uğraşmak zorunda kalıyoruz.

Beni eleştiren insanlara bakınca, araba park etme sorunundan dolayı veya televizyonun sesini fazla açtığından komşusu ile oluşmuş düşmanlığı haricinde hiç bir düşmanı bulunmayan insanlar olduğunu görüyoruz. İnandığı değerler için değil sahip olduğu her şeyini, bir lirasını bile harcayamayan insan gelmiş benim Türkçülüğümü ya da beni eleştiriyor. Ne diyebilirim ki sadece Allah diyorum. Aslında ben bunlara ne yapılması gerektiğini çok iyi biliyorum ancak böyle saf bir yönüm var. Benim hakkımda kötü de konuşmuş olsa Türkçülük ideolojisine inanmış hiç kimseye sert davranamıyorum.

Onların da canı sağ olsun, hiç önemli değil. Bir gün inşallah onlar da yaptıklarının hatalı olduğunu anlarlar.

Hiç bir unvana talip olmayan, buna rağmen de her şeyini feda edebilen bir insan hakkında laf söylemenin onursuzluğu ile kendilerini baş başa bırakmaktan başka ne yapabilirim ki?

Bizim ülkemiz gerçekten çok farklı bir ülke. Her yönüyle eşi ve benzeri olmadığına inanıyorum. Suç örgütü lideri olduğu iddia edilen bir vatandaşı 1990 senesinde memleketi olan Rize'de bir konuşma yapıyor. Bu konuşma da bölgesel bir televizyon kanalında yayınlanıyor. Konuşmanın metni kısaca şöyle; “Düğünlerde ateş etmek veya en yakın arkadaşımızın çocuğu ergenlik çağına gelince ona silah almak gibi eskimiş ve çağa uygun olmayan adetleri bırakmalıyız. İlla ki bir hediye alacaksak fiyatı silahtan daha ucuz olan bilgisayar almalıyız” diyorum.

Bunu 16 sene evvel söyleyen kişiyi, şu an suç örgütü liderliğinden cezaevinde yatırıyorlar. Halen daha bu ilkel adetleri devam ettiren kaba ruhlu insanları da iktidar partisinin milletvekili ya da meclis grup amiri yapıyorlar.

Gerçekten bilmiyorum gülmek mi lazım, ağlamak mı? 14 yaşındaki kız çocuğunun içeceğine hap atıp bayıldıktan sonra ona tecavüz eden, ailesi davacı olmasın diye de onları korkutmak için ismimi kullanan kişiyi dövmüşüm diye suç örgütü lideri oluyorum, cezaevinde yatıyorum. Ancak tecavüz olayını gerçekleştiren, daha sonra da ismimi kullanarak kızın ailesini davacı olmamaları için tehdit eden kişi cezaevinde bir kaç ay bile yatmıyor. (Kara mizah denen şey de bu olsa gerek)

Bir de aklımıza gelmişken şu konuya da değinmek istiyorum. Ben duyduğum zaman çok gülmüştüm, mutlaka sizlerin de kulağına gelmiştir. Hatta duyduklarından dolayı bir çok dostumun üzüldüğünü de biliyorum ama onlar biraz sonra belirteceğim gibi kendilerini gereksiz yere üzmüşler.

Diyorlarmış ki Sedat PEKER'e çok ağır bir ceza verecekler, artık bir daha çıkamayacak. Buna sebep olarak da, savcının hakkımda 40 sene 50 sene hapis istemini yazan gazete haberlerini referans alıyorlar.

Eğer ki benim hakkımdaki suçlamaları yargılandığım mahkeme doğru kabul etse dahi benim alacağım ceza ortadadır. Daha önce aynı maddelerden yargılanan başka insanlara verilen cezalar bellidir.

Kanunlar kişilere göre lehte veya aleyhte değişemeyeceği için, suçlu bulunduğum takdirde alacağım ceza da daha önce yargılanan kişilerle aynı oranda olacaktır.
(Ancak ben suçsuz bulunacağıma tüm kalbimle inanıyorum, hem de tüm kalbimle)

En kötü şartlarda bile yatmış olduğum ceza hakkımdaki suçlamaları fazlasıyla karşılıyor. Hakkımda istenilen ceza gazetelerin yazdığı gibi 40-50 sene değil, tüm toplamında 7-8 senedir. Ancak tekrar etmekte büyük fayda görüyorum; ben kesinlikle suçsuz bulunacağım. Bunu nereden bildiğim merak edilebilinir. İddia edilen suçu zaten işlemediğimi, iddiaların da komediden başka bir şey olmadığını, herhalde benden daha iyi hiç kimse bilemez.

Biraz önce de söylediğim gibi bazı davranışlar, bazı atasözleri ve bazı gelenekler zararlıdır. Son kullanım tarihi geçtiği kanaat edilirse, bunların kesinlikle ortak yaşamdan çıkarılmaları gerekir.

Son günlerde herkesin söylediği “ülkede şiddet azalmıyor, devamlı çoğalıyor ne yapacağız? “ Bu suç artışı konusuyla ilgili de sayısını kimselerin bilemeyeceği kadar toplantılar yapılmakta. Bu toplantılar neticesi ise hepimizin gördüğü gibi, sadece sıfır hatta sıfırın da altındadır. (Şiddeti azaltacak çözüm yönünden)

Toplumumuzda insanımıza öğrettiğimiz ilk şey, şiddete bulaşanlar artık bir daha kurtulamazlar. Kalan hayatlarını da şiddetle yaşarlar. Bu yanlış öğretiyle yetiştirilen tüm nesiller bir daha şiddetten kurtulamayacağına inanır. Şiddet dünyasına yeni katılanlar bol miktarda var, ancak biraz önce belirttiğim hatalı öğretilerden dolayı ayrıla bilenler yok. Çünkü başarabileceğine inanmıyor, çünkü toplum öğretilerimiz bu insanlar için çaresizliği artık kader haline getirmiş.

En büyük sorun ise şiddet atmosferinden kurtulmak isteyenleri devlet destekleyeceğine, maalesef ki kösteklemektedir. Bu şekilde düşünenlerin samimiyetlerine inanmamaktadır. Aslında şiddet ile yaşamış, daha sonra şiddetten kurtulup normal mücadeleye dönmüş insanlardan elde bir kaç tane örnek olsa, bence bu bir kaç örnek bir çok insanın kurtulmasına sebep olacaktır. Çünkü herkesin beyninde şiddetin haricinde normal bir hayat yaşanabileceği hasıl olacaktır.

Bu misyonu başarı ile taşıyabileceğime tüm kalbim ile inanıyordum. Düşüncelerimle,davranış tarzımla,bir çok insana yol gösterdim. Ama bazılarının ayağına bastığımız için onların devlette ki bağlantıları sayesinde yine buralara geldik.

Gerçi benim açımdan kaybedilmiş bir şey yok. Buradaki imkanları da en iyi şekilde değerlendirdiğimi zannediyorum. Kendimi hayat okulunun cezaevi isimli sınıfında öğrenci olarak görmekteyim. Bulunduğum yerde her şeyi yakından takip edebiliyorum. Mesela, ülkemizde organ bağışı çok az yapıldığı için, sorumluluk sahibi bir vatandaş olarak organ bağışı için dilekçemi verdiğimde, 15-20 günlük bir sure sonra olsa da gelen Sağlık Bakanlığı yetkilileri sayesinde organ bağışımı yapabiliyorum. Avukat arkadaşların vasıtasıyla haberler yollayarak, arkadaşlarımı da teşvik ediyorum.

Bu satırları okuduktan sonra organ bağışı yapan arkadaşların beni çok mutlu edeceğini bilmelerini isterim.

Avukat arkadaşlarımızdan biri, bir ayette “Bir bütün olarak bana dönün” diye bir bölüm olduğunu, bu yüzden dolayı da kafasının karışık olduğunu söyledi. Tabi ki inanamadım, hukuk okuyabilecek kadar aklı olan bir insan bunu nasıl söyleyebilir diye. Kendi kendime çok düşündüm, kendisine “Bizler inançlı insanlarız, eğer ki bizim inancımız doğru ise yani öldükten sonra dirilirsek yapmış olduğumuz bu erdemli davranıştan dolayı bütün olarak gitmediğimiz halde, bu cömertliğimizden dolayı eksiklerimiz fazlasıyla telafi olur, sen rahat ol “dedim. Bunu nerden mi biliyorum? Çünkü, tüm kutsal kitaplarda cömert kullar için özel övgüler vardır.

İnsanların dini konuları bu kadar farklı yorumlaya bilmesi de, beni her nedense çok fazla etkiler. Galiba herkesin kendine dair bir yorumu var.Bana kalırsa bizlere düşen, kimseye zarar vermediği sürece herkesin yorumuna saygı duymak,inançlı veya inançsız herkesin.

Saygı değer Öztürkler Ailesi bu sohbetimizi de artık yavaş yavaş sonlandıralım. Ancak sonlandırmadan önce yaşça çok genç olduğunu tahmin ettiğim bir çok arkadaşımızın mektubunda yer alan bir soruya değinmek isterim.En iyi Milliyetçi,en iyi Vatansever nasıl olunur diye soruyorlar.Daha önceleri tekerrür kereler söylemiştim; sorularınızı en iyi ve en doğru şekilde cevaplayabilecek kişi ben değilim.Benim söylediklerim kendime ait doğrulardır,herkesin doğruları aynı olacaktır diye bir kanun yoktur.Kanunu olan tek şey, kendimize doğru geleni takip etmektir. Bunun neticesinde de kaderimizin efendisi olma rolünü kimseye vermemektir.

En iyi Vatansever, en iyi milliyetçi nasıl olunur veya kimdir sorularının en doğru cevap olarak geçmişte bir büyüğümün Belediye Başkanlığı yaptığı dönemde yaşayarak öğrendiği bir olayı örnek vermek isterim.

Sabah ezanı vakti namazını kıldıktan sonra camiden çıkınca çok uzaktaki çöpçüleri görüyor. Onların ise Belediye Başkanını görmeleri mümkün değil. Bir tanesinin diğerlerinden çok farklı, şevk içinde sokakları süpürdüğünü görünce kendisinin yanına giderek soruyor; “Sokakları bu kadar büyük bir zevk ile nasıl süpürebiliyorsun”. Aldığı cevap kendisini çok şaşırtıyor. “Şu an temizlediğim yer benim ülkemin, benim vatanımın bir parçası, buraları en iyi şekilde temizleyerek Vatanıma hizmet ettiğime inanıyorum”, diyor.

O abimin geçmişte bana söylediği gibi, “Benim bu olaydan biraz önce kıldığım namazda ki huşuu halimden daha huzurlu bir şekilde, adata ibadet edercesine bu sokakları süpüren o çöpçüden daha büyük vatan sever, daha büyük milliyetçi kim olabilir” demişti.Tüm kalbim ve benliğim ile bu tespite katılıyorum.Bundan daha büyük vatanseverlik nasıl olabilir ki?

“Vatanı en çok seven, işini en iyi yapandır.”

Sözünü mutlaka bir çok yerde duymuşsunuzdur veya okumuşsunuzdur. Bu söz bence en büyük vatanseveri ve en büyük milliyetçiyi çok iyi anlatmaktadır.

Sohbetimize son vermeden önce söylemek istediğim son şey şudur; Tarık bin Ziyad’ın yaptığı gibi bizler de gemilerimizi yaktık, artık geri dönüşümüz yok.Dost da, düşman da biz ile ilgili hesabını yaparken buna göre yapsın.Bazen kulağıma şöyle bir şeyler geliyor,devamlı empoze ediliyormuş;Sedat PEKER artık her şeyi bırakıp köşesine çekilecek. Bu komik sözü piyasaya yayanlara son sözüm; “ Benim geri dönecek gemilerimi yaktığımdır”.Sizlerin gözünde ki itibarımızın üstüne haksız bir biçimde oturmaya çalışanlara da, tarih hak ettikleri en güzel cevabı verecektir.O insanlar hiç bir yürekte iz bırakamadan yok olup gideceklerdir.

Daha önce anlaştığımız üzere, yazdığım mektuplar ile mahkeme günüme kadar sohbetlerinize tekrar tekrar iştirak edeceğim.Sohbetinize beni dahil ettiğiniz ve bu keyfe beni ortak ettiğiniz için sizlere sonsuz teşekkür ediyorum.

Ayrıca yeni yılınızı tebrik ediyor, Kurban bayramınızı kutluyorum.Bu kutsal günlerin mensubu olduğumuz ırkımızın var olan onur ve şerefini çoğaltarak devam ettirmesin ide Yüce Allah(C:C)’dan diliyorum.

BİR UMUTTUR YAŞAMAK. 

SEDAT PEKER 
 
  Bugün 20 ziyaretçi (27 klik) kişi burdaydı!  
 
ip-numaram.com IP adresi

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol