İHSAN KARAKAYA
  Sedat Peker'den Öztürkler Ailesine [16-01-2007]
 

Sedat Peker'den Öztürkler Ailesine [16-01-2007]

Mensubu olmaktan onur duyduğum Saygıdeğer ÖZTÜRKLER Ailesi.

Son mektubumda randevulaştığımız gibi, muhabbetinize kısa süreli de olsa, ortak olmaya geldim. Bir önceki mektubumda da belirttiğim gibi, yaptığımız bu uygulama bence amacına kesinlikle ulaştı. Son zamanlarda gelen mektupların hepsindeki ortak düşüncenin bu yönde olması bizi doğrulamaktadır.

Arkadaşlarımızın mektuplarında sordukları sorulara, yine elimden geldiğince cevap vermeye gayret göstereceğim. Umarım sizler de yazdıklarımı keyifle okursunuz. Böylece sohbetime ayırmış olduğunuz zaman da boşa geçmemiş olur.

Son gelen mektuplarda, en fazla sorulan soru; Irak’ta, Filistin’de, Lübnan’da, daha doğrusu tüm Orta Doğu’daki gelişmelere nasıl baktığım ve neler düşündüğüm ile ilgiliydi. Tabiî ki başka konularla ilgili sorular da vardı. Mesela hayata dair veya benimle ilgili sorular. Vaktimiz olursa bunlarla ilgili de bir şeyler anlatmak isterim.

Orta Doğu ile ilgili yorumlarımı yapmadan önce, kısa bir tarih yolculuğu yaparak, bu coğrafya da yaşamış bir-iki önemli şahsiyetin hayatından bahsetmek istiyorum. Böylece yapacağım yorumlardaki sertliğin daha doğru anlaşılabileceğine inanıyorum.

Aslında bir düşünürün söylemiş olduğu güzel bir söz, orada yaşananları çok güzel bir şekilde özetlemiştir. “Geçmişi hatırlamayanlar, onu bir kez daha mutlaka yaşamak zorunda kalacaklardır.’’ Bu güzel sözden sonra, size, beni çok etkileyen, 14 yaşında Mekke Valisi olan Mus’ab bin Umeyr (R.A)’ın hayatını kısaca anlatmak isterim. Mus’ab, Arap Yarımadasının en zengin ailesinin çocuğudur. Aynı zamanda 8 yaşında ilk Müslüman olanlardandır. Babası kendisinin Müslüman olduğunu duyunca yanına çağırır. 8 yaşında küçük bir çocuk olduğu için ona hak etmediği derecede bir kızgınlık göstererek onu caydıracağına inanır. Evlatlıktan reddedeceğini, kendisinin evde yatmasına müsaade etmeyeceğini, yemesi içmesi ile ilgilenmeyeceğini söyler. 8 yaşındaki Mus’ab babasına döner ve hiçbir şartta inancından vazgeçmeyeceğini söyleyerek babasının düşüncesini boşa çıkarır. Bunun üzerine babası, sözünde durup Mus’ab’ı sokağa atar. İpekten başka hiçbir kıyafet giymemiş, şato gibi evlerin haricinde bir yerde yatmamış olan Mus’ab, sokaklarda aç kalır. Ancak inancı konusunda ödün vermeden hayat mücadelesine devam eder.

Peygamber Efendimiz (S.A.V.) ve arkadaşları Hicretin son günlerinde, Mus’ab Bin Umeyr (R.A)’a haber yollayarak, “Ya Mus’ab Mekke’de durumlar nedir?” diye sorarlar. 14 yaşındaki Mus’ab’ın verdiği cevap ise, “Ya ALLAH’ın Resulü, Mekke’de bir ev olsun ki, kapılarını açmış bir vaziyette sizi beklemiyor olsundur. Peygamber Efendimizin (S.A.V.) Hicret zamanında Mus’ab ve arkadaşları da boş durmamış gönülleri fethetmişlerdir. Hicret tamamlanıp Mekke’ye dönüldüğünde Mus’ab Bin Umeyr (R.A) Peygamberimiz (S.A.V.) tarafından Mekke Valisi seçilir.

8 yaşında İslam’ı seçtiği için babası tarafından sokağa terk edilen Mus’ab, belki ipek kıyafetlerini, belki güzel yiyeceklerini kaybetmişti. Ancak bu sıkıntılı günler henüz çocuk yaşındayken onu Mekke Valiliğine taşımıştır.Tabiî ki bu özel insanın hayatındaki enteresanlıklar bu kadarla da kalmayacaktır.

İslam savaşlarının birinde şehit olacaktır. Peygamberimiz (S.A.V.) savaş alanını gezerken Mus’ab’ın şehit olmuş bedenini görür, bedeni kefenlenmemiştir. Diğer şehitlerin akrabaları ise kefenlerini getirip ölülerini kefenlemişlerdir. Ancak Mus’ab Bin Umeyr (R.A)’ın ailesi onu reddettiği için, vali de olsa onu kefenleyecek kimsesi yoktur. Daha doğrusu kefenleyecek insan var ama kefen yoktur. Çünkü zaman yokluk zamanıdır ve devletin bir hazinesi yoktur ki masraflar o hazineden karşılansın. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) diğer bir şehidin kefenini ortadan bölerek her ikisinin birden kefenlenmesini ister. Ancak bu sefer de iki şehidin de dizden aşağısı çıplak kalmıştır. Peygamber Efendimizin (S.A.V.) söylemi ile şehitlerin altları taze otlar ile gusül edilerek kapatılmıştır.

Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Mus’ab Bin Umeyr (R.A) toprağa verilirken, Yüce ALLAH’a yönelerek şöyle demiştir; “8 yaşında Müslüman olmuş, sizin sevginiz için Arap Yarımadasının en zengin çocuğu olmayı reddetmiş, ipek kıyafetlerinden de vazgeçmiştir. Sizin için bu savaşta canını verdiğinde üzerine örtecek bir kefeni bile yoktur.”

Bu değerli dava adamının hayatını uzunca anlatmamın sebebi, biraz sonra o coğrafyada yaşayan insanlara yapacağım sert eleştirilerin gerekçesini anlayabilmeniz, hiç değilse, bana bir parça hak vermeniz içindir.

Şu anda, o coğrafyada Suud Ailesinin hüküm sürmekte olduğunu televizyonlardan görüyorsunuzdur. Hangi ülkeye giderlerse gitsinler, 300-500 tane uşaklarını da  yanlarında götürüyor, araba konvoyuyla yolculuk yapar gibi, uçak konvoyu ile yolculuk yapıyorlar. Tiplerini televizyonlardan sizler de mutlaka görüyorsunuzdur. Ben ne kadar uğraşırsam uğraşayım, bu insanların suratlarında nur namına hiçbir şey göremiyorum. Siz acaba görebiliyor musunuz?

Kendi nursuz suratlarını bizlere gösteriyorlar. Ancak o toprakların ilk valisi olan, genç yaşında şehit olduğunda gömülecek kefeni bile olmayan Mus’ab Bin Umeyr (R.A)’ın mezarına gidip bir dua etmek istediğimizde bunu bize çok görüyorlar. (Ne olduğu belli olmayan mezheplerinde mezar kültürü yokmuş, bu yüzden hepsinin mezarını kaldırmışlar! )

Kendi kendime çok düşünüyorum, haramzade kılıklı bu kralların, bu prenslerin içinde acaba bir parça ruh var mıdır? Acaba çocuklarının içlerinde tüm bu zenginliklerden vazgeçip sokaklarda yatmayı göze alabilecek bir Mus’ab Bin Umeyr (R.A) var mıdır? Hiç düşünüp de kendinizi boşa yormayın! Ben bu konuyu hepimizin yerine düşündüm, hem de ne kadar düşündüğümü inanın tahmin bile edemezsiniz.

Kâbe’nin içerisinde bulunduğu kutsal topraklara sahip olan bu beyler, kendi tahtlarının başına bir sıkıntı gelmesin diye, Amerikan askerlerini ülkelerine getirtip konuşlandıracak kadar, trilyonları bulan dolarlarını da Amerika’daki Yahudilerin bankalarına menfaat için yatırabilecek kadar alçaktırlar!

Ecdadımızın o coğrafyada bulunan eserlerini yıkıyorlar, onların yerlerine, görgüsüzce, oteller yapıyorlar. Bana göre, esas acı olan, o otellerde yer alabilmek için Türklerin de birbirini yemesidir! Bunu bir türlü anlamıyorum! Oradan yer satın almalarının sebebi, Kâbe’yi görebilmekmiş. Keşke imkân olsaydı da Peygamber Efendimize (S.A.V.) sorsaydık. Kutsal topraklar neredeyse işgal durumundayken inanaların gelip sizi ziyaret etmesini mi, yoksa bu işgal bittikten sonra gelip sizi ziyaret etmelerini mi isterdiniz? Bunun cevabı, bana göre, emperyalist güçlerin ve onların uşakları olan şimdiki kukla yönetimin oralardan gittikten sonra ziyaretlerin yapılmasını isteyeceğidir.

Büyük ablam da en son kafile ile Hacca gitti. Aslında yan yana gelebilseydik, kendisini gitmemesi için ikna etmek isterdim.

Arabistan’ın petrolden sonraki geliri Hacı adaylarındandır, orada içilen sudan yenilen yemeğe, alınan hatıra eşyalarına kadar bütün her şey, ama bütün her şey o devlete gelir olarak gidiyor. O devletin paraları da Amerika’daki Yahudi bankalarında duruyor.

Bu düşüncelerimi dindar olduğunu söyleyen bir, iki kişi ile tartıştığımda, en son onlara şunu söylemiştim; “Bence Peygamber Efendimiz (S.A.V.) o topraklar esaret altındayken yapılan Hac ziyaretinden mutluluk duymuyordur. Bence Peygamber Efendimizi (S.A.V.) mutlu edecek şey, o topraklardaki esarete son vermektir. Hacda harcanan paralarla, bence bu niyet ile yetiştirilecek çocuklar okutulmalıdır. Her sene dünya kadar para Suudi Ailesinin kasasına gidiyor. Buna bir son verilmelidir! Ne zaman ki, o topraklar esaret altından kurtulur, o zaman tekrar Hac ziyaretlerine başlanmalıdır.”

Bunları tartıştığım, kendini dindar zanneden arkadaşlar, benim bu sözümle günaha girdiğimi düşünüyorlardı. Benim ise onlar hakkında ki düşüncem, günaha girecek kadar bile akıllarının olmadığıydı.

Zaten hayatımın her döneminde gözlemleyebildiğim konulardan birisi de buydu. Düşünebilme yeteneğimizle netice alabilmemiz mümkünken, yani bir plan yaparak başarıya ulaşmamız, ortadaki sorunu çözmemiz, biraz öncede söylediğim gibi, kesinlikle mümkünken, kendini yetkili merci olarak gören birçok kıt akıllı tarafından verilmiş olan yanlış fetvalar yüzünden maalesef hala bir neticeye ulaşamıyoruz.

İnsan olmamızın en büyük özelliği, yani bizi diğer canlılardan ayıran tek özelliğimiz düşünebilmemiz ve aklımızı kullanabilmemizdir. Ancak kendini dini ulema zanneden birçok aymazın vermiş olduğu yanlış fetvalar yüzünden maalesef bu hallere geldik. Şu an İslam âleminin içinde yaşadığı en büyük sorun, sizlerin de bildiği gibi, Şii- Sünni kutuplaşmasıdır. Bu kutuplaşmanın da bu hale gelmesinin nedeni, zamanın dini uleması olarak gecen Şeyh’ûl İslam’ın yanlış fetvası olduğuna inanıyorum. Şu an yazdıklarımla, daha sonra yazacaklarımı okuduğunuzda zannediyorum ki sizde benim gibi düşüneceksiniz.

Ortada bir sorun var, hem de çok ciddi bir sorun. Dünya genelinde yaşayan bir buçuk milyar Müslüman var. Bu bir buçuk milyar Müslüman bir kol saati yapmaktan acizken, hiçbir dine inanmayan veya Müslüman olmayan ülkelere bakıyoruz; bir kol saatinin içerisine, radyoyu, hesap makinesini, yüzlerce oyunu, daha saymakla bitiremeyeceğim birçok özelliği sığdırabiliyorlar ve bu saatlerin satışını tane ile değil konteyner dolusu satıyorlar. Bizler ise normal bir saati bile yapmasını beceremiyoruz. Bu örneğin bize gösterdiği üzere ortada çok ciddi bir sorun var.

Tabiî ki, işin kolayına kaçarak şunu diyebiliriz: “İngilizler, Amerikalılar, Müslümanlara dinlerini yaşama hakkı vermediler ki!” Böyle bir kolaycılığa kaçmamız bizim açımızdan çok komik olur. Biraz tarih merakı olan herkes bilir ki, dünyada egemen olan bu iki güç, her zaman sömürgesi olan Müslüman devletlerde dini yönetime ağırlık vermiş, halkları kendi kontrolündeki din adamları ile pasifize etmişlerdir.

Bu devletlerin, bugün de yapmak istedikleri aynı şey değil midir? (Bence kesinlikle budur) Bu devletler, tarihi tecrübelerinden dolayı, şunu çok iyi biliyorlar ki; toplumların, hatta bireylerin dini yorumlamaları ve algılamaları farklı farklıdır. Karışıklık çıkması, egemen güçlerin her zaman birinci dereceden isteğidir. Aralarında karışıklık çıkmış, bölünmüş toplumları yönetmek her zaman daha kolaydır.

Müslüman toplumu Şii ve Sünni olmak üzere iki bloğa ayırıyorlar. Bizi de Sünni bloğunun başı ve koruyucusu gibi gösteriyorlar. Daha doğrusu, hayal ettikleri bu yapının kurulması için, faaliyetlerine yavaş yavaş başladılar. Bu satırları okuyan bazılarımız, tamam biz inançlı insanlarız, dinimizi kendimiz yaşamayı severiz. Ancak devletin yönetiminin dini kanunlarla olmasına, yani demokrasiden vazgeçilmesine bu halk izin vermez diyebilirsiniz. Ben de sizinle aynı fikirdeyim. Ancak, son zamanlarda yaşanan gelişmelere bakınca, kontrollerindeki basın-yayın kuruluşlarını da kullanarak, böyle bir yapıyı kurmaya çalıştıklarını görmemek için ya kör ya da çok rahat bir insan olmak gerekir.

Benim anlattığım şekilde düşünen herkese söyledikleri; ‘Siz komplo teorileri üretiyorsunuz, bunlar artık paranoyaklaşmış.’ gibi sözler oluyor. Ancak şu gerçeği unutmamalıyız, bizler 15 sene evvel Kürt devleti kurulacak, dikkatli olmalıyız dediğimizde, yine aynı sözleri duyuyorduk. Bunlar fanatik ya da bunlar uçmuş diyorlardı. “ Türk Ordusundaki subaylarla bile muhatap olamayıp ancak astsubay, başçavuşlarla muhatap olan Talabani ve Barzani mi Kürt Devleti kuracak?” diyorlardı. Gördüğünüz gibi, sadece Kürt devleti kurmakla kalmadılar, bu senenin sonunda Türk Yurdu olan Kerkük ile Musul’u da Kürt devletinin içine dahil edecekler. Dünya petrollerinin neredeyse %10’u o topraklarda. Bunun kaç trilyon dolar olduğunu hesaplarken bile inanın beynimiz yorulur. Ancak birilerinin beyni yorulmamış, bu hesapları yapmışlar ve bu yüzden her şeyi göze alarak yollarına devam ediyorlar. 15 sene evvel bu fikri savunanlara yani bizlere uçmuş diyenler, şimdi de bu ülkenin yönetimi demokrasi harici başka bir yere getirilmek isteniyor sözümüze, yine bunlar uçmuş diyorlar. Ben bizlerin uçup uçmadığını bilmiyorum, bildiğim tek bir şey var, o da bunların önünü dahi görmekten aciz olan, akılları körleşmiş kimseler olduğudur.

Düşmanlarla savaşmak gerçekten kolaydır. Bu konuda, tabii ki hepimiz ordumuzdan da, milletimizden de eminiz. Hainlerle savaşmak da kolay, çünkü bunu biliriz ki, hainler insanlık seviyesinin en alt seviyesindedirler, yani çukurdadırlar. Onlara alçak bile diyemeyiz, alçaklık bile onlar için bir seviye olur.

Düşmanlarla savaşırız, içimizdeki hainleri de yok ederiz. Peki ya gafilleri ne yapacağız? Bence esas sorun gafillerdir.

Toplumumuzun içinde yaşayıp, ortada hiçbir sorun yokmuş gibi davranan; düşmanlarımızın yapmak istediklerine komplo teorisi diyerek küçümseyen; bu fikri savunanlarla, bunlar uçmuş paranoyak olmuş gibi sözlerle dalga geçerek düşmanlara hizmet eden hainlerin emrinde olan bu gafilleri ne yapacağız?

Bence en büyük tedbiri bunlara karşı almalıyız. Çünkü bunlar, kendilerine iyimser adını takmış, sözde barışsever görünen gizli düşmanlardır.

Bunu bir örnekle anlatmak istersek; farenin insanların burnunu, bazen de kulaklarını yemesini örnek verebiliriz. Fare tabii ki zararlıdır, ancak onun en büyük silahı kulağımızı kemirdiği dişleri değil, ısırdığı bölgeyi uyuşturan nefesidir. Bu sayede biz farenin kulağımızı yediğini bile fark etmeyiz. O uyuşturan nefesi olmasa, ilk ısırdığında uyanır, o farenin icabına hemen bakarız. Ancak uyuşturma özelliği olan nefesinden dolayı bu pek mümkün olmuyor.

Fare düşmanımızsa, içimizdeki hainler de farenin dişleridir. Ancak gafiller en tehlikelisidir. Yani uyuşturan nefestirler. Toplumumuz içimizdeki gafillerin söyledikleri iyimserlik şarkılarıyla uyuşmakta, bu yüzden de sahip oldukları refleksleri ortaya koyamamaktadırlar.

Amerikalı yetkililer, kendi toplantılarında, hatta ve hatta bizim de üyesi olduğumuz NATO toplantılarında haritalar açıklıyorlar. Bu haritalarda, Doğu ve Güneydoğu bölgemiz, Karadeniz’in de ufak bir bölümü Büyük Kürdistan’ın parçası olarak görülüyor.

Aynı haritalar Kuzey Irak Kürt devletinin uluslararası konferanslarda kendilerini tanıtmak için kullandıkları broşürlerde de geçiyor.

Tabii ki söylemeye gerek yok, aynı haritalar İngilizlerin ve İsraillilerin askeri toplantılarında da kullanılıyor.

Peki, biz bunun karşılığında ne yapıyoruz?

Cezaevine girdiğim ilk günlerde, gazetelerde haberler vardı. Kuzey Irak’taki Kürtleri İsrail’den gelen yetkililer eğitiyor diye yazıyordu. Ertesi gün, İsrail Büyükelçiliği hemen bir açıklama yaparak bu haberleri yalanladı. (Bence burada esas üzülmemiz gereken konu karşı tarafın bizim zekâmızı küçümsemesidir)

Bütün herkes biliyor ki, çok uzun zamandan beri, hatta Mesut Barzani’nin babasının olduğu dönemden beri İsrail, Kuzey Irak bölgesiyle ilgileniyor. Düzenli bir ordu kurmak için oradaki insanları eğitiyor. Bunu nereden biliyoruz? Bunu bilmemiz için kesinlikle bir istihbarat örgütü çalışanı olmamız gerekmiyor. Veyahut da çok zeki olmamıza bile gerek yok. Okuma yazma biliyor olmamız bile bunları anlamak için yeterlidir.

Irak, Kuveyt’e girmeden önce, (yani 1990'da) bu olaylar başlamadan önce yayınlanmış kitaplar var. Bunlar eski İsrail istihbaratında görev yapmış kişilerin anılarını yazdığı kitaplardır. Çok eski tarihli olan bu kitaplar, Mesut Barzani'nin babasının dönemini anlatıyor.

Gelecekte o bölgede bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasının önemini; ancak bundan İran’ın, Suriye’nin ve Türkiye’nin rahatsız olacağını; kısacası şu an yaşanan her şeyi, yazar net bir şekilde anlatmış.

Bu kitabı kendim okudum. Piyasada yasak olan bir kitap değil. Kitabın yazıldığı zaman ile şimdi yaşadığımız zaman arasındaki tek fark, Mesut Barzani’nin babasının o tarihlerde İsraillilerden alınan yardımı gizli tutmaya çalışmasıdır. (Sünni, Kürt aşiretlerinin buna tepki vereceğini düşünmesidir. )

Şu an ise Mesut Barzani’nin böyle bir endişesi yoktur. Kimden yardım alındığının bilinmesinin hiçbir önemi de yoktur. Çünkü paraya kavuşan halkı dini duygularını çok arkalara atmakta bir sakınca görmemiştir. Hatta ve hatta İsrailli bir yetkili 1-1,5 sene önce bilimsel bir araştırma yaptıklarını bu araştırmaya göre kendilerine genetik olarak en yakın ırkın Kürtler olduğunu söylemiştir.

Bunlarda hiçbir anormallik yok, yani normal olarak açık açık tüm dünyanın gözünün önünde cereyan eden olaylardır. Benim anlayamadığım konu, beni gerginleştiren konu ise, bizlerin zekâsını küçümsemeleridir.

Milli menfaatleri için bu yönde hareket etmeyi uygun görmüş olabilirler. Önünü göremeyen, kör yöneticiler tarafından yönetilen devletler haricinde, her millet zaten böyle düşünür.

İsraillilerin bu şekilde düşünmesinde, bu yönde hareket etmesinde bence hiçbir sorun yok. Çünkü kendi menfaatleri için uğraşıyorlar. Benim lafım bizim yöneticilere…

Aklıma ilk gelen şey; İsraillilerle muhatap olan bizim dışişleri yetkililerimiz, acaba onlarla yapılan görüşmelerde deli taklidi mi yapmışlar veya bir plan çerçevesinde az beyinli olarak mı kendilerini göstermeye gayret etmişlerdir?

Plan çerçevesinde böyle bir uygulama yapılmadıysa, gazetelerde çıkan ‘Kuzey Irak'ta kurulacak Kürt devletini İsrailliler yönetiyor.’ haberlerine karşılık İsrailli yetkililerin böyle bir şey söz konusu bile olamaz, diye nasıl açıklama yapabildiğidir. (Adamlar resmen bizim zekâmızı küçümsüyor) Allah aşkına böyle bir cevap olabilir mi? Bu karikatür gibi bir şey bence…

Peki, onlar bizim zekâmızı küçümsüyorsa, bizim devletimizin buna cevap vermesi gerekmez mi?

Senin karşında çocuk mu var kardeşim? Sen böyle bir açıklamayı nasıl yapabiliyorsun, demez mi?

Diyebiliriz ki uluslararası ilişkiler böyle yürümüyor. O zaman ben yine şunu söylerim; “öyle ise bu milletin geri zekâlı olmadığını diplomatik bir dille anlat ama mutlaka anlat.”

Kuzey Irak’taki Kürt devleti yöneticileri, haritalarının içinde, bizim Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu Kürdistan sınırlarının bir parçası olarak gösteriyor, biz ne yapıyoruz? Maalesef ki hiçbir şey…

İşin kötü yanı, bir köşe yazarının yazısında okumuştum; bu haritaların içinde bulunduğu bir tanıtım broşürünün Türk Hava Yollarının dış temsilciliklerinin bazılarında da kullanıldığıdır. Sonraları ise itirazlar üzerine bunun değiştirildiği, ancak bu haritanın tanıtım broşüründe kullanılmasına izin veren yetkiliye meslekten uzaklaştırma veya buna benzer hiçbir ceza verilmediğidir.

İsterseniz bu konularda bizim ecdadımız nasıl davranmış ona bir bakalım. Türk ırkının kültürel olarak erozyona uğramadığı, yani öz olduğu zamana yolculuk yapalım.

Türk Kara Kuvvetleri ordusunu ilk kuran kişi olarak Metehan'ı kabul ederiz ve bundan da çok övünürüz. Kara kuvvetlerimizin ilk kurucusu ve ilk komutanının Metehan olduğu askeri okullarda da, her yerde de bu şekilde öğretilir.

Şu an milletimizin yaşadığı olayların bir benzeri, o zamanda da cereyan etmişti. Metehan'ın vermiş olduğu tepkiye, bir de şuandaki yetkililerin verdiği tepkiye bakalım. Sonra da herkes kendi vicdanında en doğrusunun hangisi olduğu kararını kendisi versin.

Metehan, tahta çıktığında henüz gençtir. Bunu fırsat bilen komşuları, hem yeni hükümdarı tanımak için, hem de toy bir hükümdarın başında olduğu devleti nasıl ele geçiririz diye düşünmeye ve bu yönde planlar yapmaya başlarlar. Metehan tahta çıktığında, babasının danışmanlarını uzaklaştırmamış, yönetime onlarla devam etmiştir. Biraz sonraki satırlarda anlatacağım üzere, Metehan’la bu danışmanların beraberliği uzun olmamıştır.

Komşu devletin hükümdarı, hayırlı olsun diye Metehan’a haber yollar. Bu haberin akabinde sözde borç olarak, ama avanta görüntüsünde borç para ister.

Bunun üzerine Metehan, babasından kalan danışmanlarını toplar, onlarla istişare eder, fikirlerini sorar. Hepsinin söylediği bu paranın kesinlikle verilmemesidir.

Bu paranın istenmesinin asıl sebebinin, yeni Kaan’ın kişiliğini çözmek amacını taşıdığını söylerler ve tekrar bu paranın kesinlikle verilmemesini belirtirler.

Kaan, bütün istişare heyetini dinledikten sonra onlara, ‘Ben sizinle aynı düşünmüyorum, belki komşumuzun gerçekten paraya ihtiyacı vardır, bizden gerçekten yardım istiyordur.’ der. Biz Türklere yakışan komşumuzun yardımına koşmaktır. Bu yüzden istenilen parayı mutlaka vereceğiz der ve para ödenir. Ancak aradan çok kısa bir zaman geçince, komşu ülkenin hükümdarı tekrar haber yollar. Bu sefer, kendisine evlenmek için eş aradığını, kendi ülkesinden eşleri olduğunu, ancak komşu ülkeden de eşi olması istediğini, hatta Kaan’ın yakını olursa daha iyi olacağını söyler. Kaan, bu gelişme üzerine, yine istişare heyetini toplar, fikirlerini sorar. Babasının eski danışmanları olan, kendi istişare heyetini oluşturan bu danışmanlar Kaan'a ‘Böyle bir şeyi kesinlikle yapmaması gerektiğini, buradaki amacın kız isterken akraba olmak değil Kaan'ı aşağılamak olduğunu’ söylerler. Metehan, tüm danışmanlarını dinledikten sonra kendilerine ‘Sizlerle aynı şekilde düşünmüyorum, komşu ülkemizin hükümdarı bizim akrabamız olan bir bayan isteyerek bizleri onurlandırıyor. Çünkü böylece bizimle akraba olacak.’ der ve kesinlikle böyle bir bayanın yani akrabası olan bir bayanın gönderilmesi emrini verir.

Tabii ki isteklerin bitmeyeceğini Metehan da bilir. Ama yine de komşusunun bu isteklerini kırmaz. Komşularının bu isteklerini kırmazken, bir taraftan da övünmekle çok haklı olduğumuz şuan ki Türk Ordusunun temellerini atar. Diplomatik olarak davranırken, olayın da ciddiyetini görmemezlikten gelmez. Kimselere hissettirmeden gece ve gündüz olmak üzere yani 24 saat savaş planları yapar.

İki isteğinin gerçekleştiğini gören komşu hükümdar, bir haber daha yollayarak, kendi ülkesine ait sürülerin, daha aşağıdaki verimli topraklara gidebilmesi için bu yolu kısaltabilmek adına, Metehan’dan bizim devletimize ait, üzerinde ot dahi bitmeyen küçük bir toprak parçasını yol olarak kullanmak ister. Ancak bu kullanım karşılığında, sembolik dahi olsa, bir vergi vermeyi asla kabul etmez.

Metehan, bu istek geldiğinde, tekrar danışma kurulunu toplar, kendilerine olayı anlatır ve fikirlerini öğrenmek ister. Tüm danışmanların ortak fikri, bu kullanılmak istenen toprağın imparatorluğun sınır bölgesi olduğu, ayrıca verimsiz ve kurak bir bölge olduğu, yani hiçbir işe yaramadığı için kullanıma verilmesinin çok da önemli olmadığıdır. Sembolik de olsa bu ufak toprağın kullanılması için bir vergiye gerek olmadığını söylerler. Metehan yerinden kalkar, huzurundaki danışmanların hepsini tutuklattırır ve daha sonra vatana ihanet suçundan hepsinin asılmasına hükmeder. Danışmanları asılırken de bütün askerlerine, komutanlarına hitaben bir konuşma yapar. O konuşmada söylediği sözler şöyledir; “Eğer ülkemizin, kurakta olsa ufak bir bölgesinin  bile vergisini ödemeden kullanılmaya kalkılması, o imparatorluğun da buna sessiz kalması, artık o imparatorluğun ve o imparatorluğun içinde yaşayan milletin sonunun gelmesinin ilk başlangıcıdır. Bu istek dile getirildiği anda dahi yok edilmezse çözülme başlamıştır.” demiştir.

Tabiî ki bunun üzerine hemen savaş kararı alınmış o savaşta da haklı galibiyete ulaşılmıştır. Bu tarihimizde yaşanmış olay, size de, bana geldiği gibi bu gün yaşananlarla çok benzer geliyor mu? Bu günle kıyasladığımızda ise ortadaki netice büyük bir rezalet ve fiyaskodan başka hiçbir şeyin olmadığıdır.

Metehan acaba şu an bu ülkenin başında olsaydı, neredeyse ver kurtul politikasını güden birçok yetkiliyi ne yapardı, bunu çok merak ediyorum. (Bugünkü yetkililerin o tarihteki adı Kaan’ın istişare heyetiydi.)

Gelecekte bu coğrafyada yaşanılacaklar, aklı olan herkesin gördüğü üzere kaçınılmazdır. Yaşadığımız coğrafyaya kötülük gelmiştir. Ne yazık ki görünüşe göre de çok uzun bir süre burada kalacaktır. Bizlerin yapabileceği en iyi şey ise sonuna kadar diplomatik görüşmeleri devam ettirirken, diğer yandan da kaçınılması imkânsız gibi görünen acı gerçeğe hazırlık yapmaktır.

Mektubumun ilk başında yazmış olduğum sözü tekrar yazmak istiyorum. “Geçmişi hatırlamayanlar onu bir kere daha yaşamak zorunda kalır.” Kendi tarihimizden bu kadar uzak yaşamamış olsaydık, anlatmış olduğum Metehan olayındaki gibi birçok yaşanmış gerçeği kendimize şiar edinmiş olsaydık, şu an içersine düşmüş olduğumuz tuzaklara acaba düşer miydik?

Devamlı suretle kırmızı çizgilerimizden bahsediyoruz. Ancak, maalesef ki, her gün bu kırmızı çizgilerimizi dalga geçer gibi yok ediyorlar. Yani üzerini beyazla boyuyorlar bizde  mahallenin sarhoş kabadayıları gibi “Öbür sefer kırmızı çizgimizi ihlal ettiniz tamam, ancak bu seferki kırmızı çizgimizle sakın uğraşmayın, çok kararlıyız” diyoruz. O an için ülkedeki gerginliğe bakıp “Tamam kırmızı çizginize saygılıyız” diyorlar. Aradan belli bir zaman geçince, yani bizim halkımız aç karnını doyurabilmek için veya çocuğuna ilaç alabilmek için para kazanmanın peşine düşünce, vazgeçmemizin mümkün olmadığını belirttiğimiz kırmızı çizgilerimizi yine ihlal ediyorlar. Yani üstünü beyaza boyayıp böyle bir çizgi yokmuş gibi hareket ediyorlar.

İyi niyetle düşünüyorum, kendi kendime diyorum ki “Ekonomimiz şu an bir savaşı kaldıramayacağı için bu diplomatik manevralarla zaman kazanıyorlar.” Biraz önce anlatmış olduğum tarihi olayda da görüldüğü gibi. (Her şey iyi güzel ama bu diplomatik davranışlarla zaman kazanılırken en kötüsü de düşünülüp ona göre hazırlık da yapılıyor mu peki? )

Şu an böyle bir hazırlığın varlığından kimse bahsedilebilir mi acaba? Ekonomi dışarıdan gelen sıcak paranın üstüne kurulu, iç borçlar almış başını gidiyor. Bizim ülkemizin durumunu her zaman tefecinin eline düşmüş iş adamına benzetirim, borçlarını mallarının bir kısmını satarak ödeyip kurtarabilecekken bu yolu tercih etmez, tefeciden sıcak para alıp daha sonra para kazanır bunu öderim, böylelikle de hiçbir şeyi satmamış olurum der. Ancak işin en komik yanı bu düşünce bugüne kadar hiçbir kez doğrulanmamıştır. Bir iki parça malını mülkünü satarak kendini kurtarabilecek insanlar, maalesef tefeciye her şeylerini verirler ama hala daha borçlu kalırlar. Ve bu hesabı da, her şeyleri gitmesine rağmen hiçbir zaman anlayamazlar.

Şu an ülkemizin ekonomik durumunu anlayabilmek için inanın ne ekonomist olmaya, ne üniversite mezunu olmaya, ne de onların tabiriyle büyük adam olmaya hiç gerek yok. Benim gibi, çok az aklı olan bile bu yapıyı çok rahat anlayabilir. Tefecinin eline düşmüş iş adamından bizim bir farkımız var mı Allah aşkına? Borçlarımızın faizlerini ödeyebilmek için kâr eden bütün kuruluşları satıyoruz ancak borç yine durmuyor, her seferinde 2 katına 3 katına çıkıyor.

Çok iyi hatırlıyorum Tansu Çiller döneminde, Telekom’a 26.5 milyar dolar veriyorlardı. Satılmasına engel oldular ve sattırmadılar. O zaman satılmış olsaydı, o para tüm dış borcumuzu karşılıyordu. Şu an ise dış borcumuz 300 milyar dolar. Biz halkız tabi, bunlar bizi hiç beğenmezler, bizi beğenmeyen bunlar kimdir peki? Bazı devlet yöneticileri, birçok politikacı, en çok da kendini aydın zanneden, bazı yazar-çizer gazeteciler… Her seferinde, dikkat edin, bizi suçlarlar. Halkımız cahil, halkımız şöyle, halkımız böyle derler.

Bunlara da çıkıp kimse demez ki, ‘Kardeşim bu ülkeyi halk mı yönetip bu hale getirdi. İyi politikacı olsaydınız, halkı yönlendirseydiniz, iyi bürokrat olup devleti çağın yeni şartlarına göre düzenleseydiniz. İddia ettiğiniz gibi bilge birer aydınsanız niye bu halka rehberlik yapıp kılavuzluk yapıp önünü açmadınız?’

Aydın demek, kılavuz demektir. Yani toplumun önünden giden, ona rehberlik eden kişi demektir. Bizim ülkemizde her şey çok komik olduğu için aydınlarla halkın ilişkileri de çok komiktir. Genelde bizim ülkemizde aydınlarımız halka dayanak olup yeniliklere taşıyacakları yerde, halkı gerekirse itekleyip önünü açacakları yerde, işin kolayını bulmuşlar, onlar da halkı suçluyorlar.

Bu insanlara baktığımızda, zaten gözümüzün gördüğü belli kimselerdir. Gazeteleri ve televizyonları işgal etmişler, konuştuklarında ise her on kelimenin kesinlikle 3-4 tanesi Türkçe değildir. Yani bizim onları anlayabilmemiz mümkün değil. Gerçi kendini aydın zanneden bu aymazların bilmediği bir şey var, bu halk artık eski halk değil, konuşmalarında yabancı kelimeler kullanan insanları dinlediğinde hiçbir şey anlamamasına rağmen “bu adam çok bilgili bir adam” diyen eski halk değil.

Bizim kuşağımızı birçokları beğenmese de, duruş olarak kişiliksiz bulsa da, bizim ve bizden sonraki kuşakların neler yapabildiğini, zamanı geldiğinde, dost da, düşman da görecektir.

“Biz iyi politikacı olamadık ya da bizler devleti iyi yönetemedik veyahut bizler topluma iyi rehberlik yapamadık” diyerek özür dileyip bu halktan af dileyeceklerine, bu halkın kötülüğüyle veya cahilliğiyle dalga geçenlere inanın dayanamıyorum. Eğer mucit bir kişiliğim olsaydı, ilk icat olarak şifre çözücü dekoderlerin farklı bir formatını yapardım. Aydın diye geçinen kişilerin konuşmalarını halkın anlayabilmesi için bir adet aydın çözücü üretirdim. Bu sayede kendilerinin engin deneyimlerinden faydalanır, bizlerin beğenmedikleri yönlerimizi düzeltirdik.

Halkı beğenmeyen bu tipler, Kurtuluş Savaşı öncesinde de vardı. Hatta bunlar, işi ileriye götürüp düşmanla işbirliği de yaparlardı. Ali Kemalleri, Sait Mollaları bu milletin unutabilmesi mümkün mü? Tabiî ki mümkün değil, unutmayacağız. Yüce ALLAH’a and ve yemin olsun ki unutmayacağız…

Kurtuluş Savaşına baktığımız zaman, “Ölüme koşarak kimler gitmiştir?” dediğimizde askerler ve halk cevabı gelecektir. Kendini aydın olarak niteleyen bu insanların, o tarihlerde de çete olarak nitelendirdikleri kişilerin var olduğu görülecektir.

Bazılarının şahsıma söylediği gibi, eğer çete reisi olsaydım, ben de yabancı istihbarat birimleriyle menfaat ilişkilerine girerdim. Ancak şükürler olsun ki, emin kaynaklardan aldığımız bilgilere göre, ismimiz onların menfaat listesinde değil, düşüncelerine karşı, hedeflerine karşı engel gördükleri kişileri yazdıkları imha listelerinde, ölüm listelerinde yer almaktadır. Yüce ALLAH’a her gece yalvardığım şudur ki, ülkemizin hiçbir karış toprağı savaş bölgesi olmasın. Ama eğer öyle bir şey olursa da, bizlere, ecdada yakışan bir tavır sergileyebilmeyi nasip etmesidir. Bir gün, emekli bir bürokrat büyüğümüzle konuşurken kendisine bu durumdan bahsetmiştim. Kendisinin yorumu, teknolojinin geliştiği, düşmanın eski düşman olmadığı idi. Ben ise gülerek, kendisine şu cevabı vermiştim; “Ağabey, bana çete diyorlar ya, ben ve arkadaşlarım da direnişin ve saldırının üçüncü ayağını oluştururuz. Askerler birinci ayağı, Türk halkı ikinci ayağını oluştururken biz de tarihi canlandırmayı yâd edip, bize çete diyenleri de mahcup etmemek adına üçüncü ayağı oluştururuz” demiştim. Daha sonra da kendisine “Unutmadan şunu da söyleyeyim, düşman eski düşman değilse, teknolojiye hakimse, hiçbir şey fark etmez; biz de birçok teknolojiye sahip bir çeteyiz” demiştim. Aramızda yaşanan bu keyifli diyalog epeyce gülümsememize neden olmuştu. Ancak espri olarak yapılan bu konuşmayı gerçek olarak kabul etsek bile hiçbir şekilde sorun yapmam, çünkü ben bana yakıştıracakları sıfata değil, yapabileceğim hizmetin büyüklüğüne bakarım.

Kendini aydın diye niteleyen geçmişteki yaratıklardan, düşmanla işbirliği yaptığı için, yani vatana ihanet ettiği için öldürülmüş olan Ali Kemal’i, bugün aydın diye geçinenlerin yarısından çoğunun bu kişi için basın şehididir dediğini biliyorum. Bizim için gerçek basın şehitleri Uğur Mumculardır, Ahmet Taner Kışlalılardır, Necip Hablemitoğullarıdır ve bu kişiler Türk halkıyla bütünleşebilmiş gerçek aydınlardır.

Geçen haftaki yazımda bu isimleri yazmıştım. Kulağıma bu onurlu isimlerle ilgili (yazımda belirttiğim için) birkaç çatlak ses geldi. O da onların görüşüdür tabiî ki, saygı duyarız. Ancak unutmamamız gereken şey, bu tip basit şeyleri aşmamız gerektiğidir. Çünkü ortada ki hedef ne Türk soludur, ne de Türk sağıdır. Ortadaki hedef Türk Devletidir, dolayısı ile Türk Milletidir. Bana kalırsa, hayatımızın her alanında uyguladığımız bölünme hastalığından, hiç değilse bu konuda vazgeçmeliyiz. Çünkü bu Devlet giderse, ortada Türk sağı da, Türk solu da kalmayacaktır. Eğer, kendi içimizde ki bu saçma bölünmeleri engelleyebilirsek, emperyalist güçleri aynı coğrafyada ikinci kez mağlubiyete uğratmamız hiç de zor değildir. Mağlubiyete uğratmamız illaki savaş alanında yenmemiz demek değildir, bu coğrafya üzerindeki emellerine ulaşmalarını engellemeyi başarmaktır.

Vallahi, en azından ben ve arkadaşlarım adına şunu söyleyebilirim ki olabilecek en ama en kötüsüne bile hazırlıklıyız. Buna topraklarımızın işgal edilmesi de dahildir, en kötü şartlarda bile ne yapacağımızı planladık. Kendini önemli zanneden birçoklarının yapacağı gibi şaşkın ördek misali ortalarda gezmeyeceğiz.

Her zaman söylediğim duamı tekrar ediyorum.’’Yüce ALLAH(C.C) ne bizim ülkemize ne de hiç bir ülkeye savaş nasip etmesin. Ancak bu savaş kaçınılmazsa, bizlere hak ettiğimiz görevi ve bu görevde başarıyı nasip etsin, tabiî ki o günler gelirse, mutlaka o günlerin Ali Kemalleri, Sait Mollaları da olacaktır. (Onları cezalandırmayı da inşallah bize nasip etsin).’’

Çizmiş olduğum tablonun çok karamsar ve neredeyse savaş çığırtkanlığı sayılabilecek derecede olumsuz olduğunun farkındayım. Bizlerin yapacağı en kötü şartlara göre durum belirlemektir. Biraz önce de söylediğim gibi ‘Evet, bu coğrafyaya kötü zamanlar gelmiştir, çok uzun süre bizimle beraber kalacakları da kaçınılmaz bir gerçektir, bizlerin yapabileceği en kötü şartlara karşı en büyük hazırlığı yapmak ve hazır beklemektir.’

Cezaevine girmeden önce, bazı dostlarımızla muhabbet ederken onlara şöyle diyordum; dikkatli olmak lazım, Türkçülük çizgisinde tavizsiz duruşu olan herkesin çok dikkatli olması lazım; bu uğurda malını, canını, mesleğini feda edebilecek insanların çok dikkatli olmaları gerekli diyordum.

Bu tip insanları yani bizler gibi düşünen insanları imkan olursa öldürecekler, öldürme imkanı bulamadıklarını itibarsızlaştırmaya çalışacaklar, yani toplumdaki saygınlıklarını yok edecekler. Türk kelimesine hassas olan iş adamlarını hedef alacaklar diye uzun uzun anlatmıştım.Yaptığım bu konuşmaların bazıları da telefonlar ile oluyordu, imha edilmediyse devletin resmi kayıtlarında vardır. Necip Hablemitoğlu’nun şehit edilmiş olması öngörümü kesinlikle doğrulamaktadır. Veyahut benimle yapmış olduğu dostane telefon görüşmesinden ötürü, Güler Kömürcü hanımefendinin yıpratılmak istenmesine ne demeli? Veya şahsıma yapılanlar, bunlara ne diyeceğiz? Beni beğenip beğenmemeniz önemli değil, ancak ortada gerçek olan bir şey varsa, o da beni ve düşüncelerimi beğenen hiç küçümsenmeyecek kadar ciddi bir arkadaş toplumumuzun olduğudur. Tabii ki devletin polisi kullanılarak, itibarıma yapılan saldırıları sizler ile paylaşacağım, sizin bilmediğiniz birçok şeyi Organize Şubenin eski müdürü ile aramızdaki sözlü ve yazılı diyalogları da anlatacağım. Bunları anlatacağımı yazmış olduğum ikinci mektubumda belirtmiştim. İsteğim ve düşüncem bu mektubumda onları anlatabilmek. Eğer bu mektubumda yetiştiremezsem, bir sonraki mektubumda mutlaka anlatacağım.

Diyelim ki, ben mafya babasıyım. (Öyle diyorlar ya...) Son zamanlarda tutuklanmış olan, haklarında mafya babası denen kişilere baktığımızda, hepsinin ortak özelliği Vatansever oluşları, uyuşturucu işi yapmamaları, yabancı ülke istihbarat servislerine hiçbir menfaat karşılığında dahi bilgi satmamış olmalarıdır. Bu insanlar mafya babasıdır, suçu azaltmak için bunlara karşı operasyon yaptık diyorsanız, o zaman niye suçlar azalmadı? Kendi yaptığınız istatistiklere göre bile suç ortalaması son iki-üç senede 2-3 katına çıkmıştır. Ortadaki bu tablo bence anlaşılabilir değildir ya da en azından ben anlayamıyorum. (Ama Türk Milletinin bu tabloyu anladığını adım gibi biliyorum. )

Bu mektubu yazarken televizyonda Amerikalı bir öğretmeni gösteriyorlardı, çocuk pornosundan gözaltına alınmış, çıkarıldığı mahkemece tutuklanmış, dikkatli bir şekilde ellerine baktım ellerinde kelepçe yoktu. Ne gözaltına alınırken, ne tutuklanırken, ne de cezaevine getirilirken ellerinde kelepçe vardı. Sonradan dikkat ettim, elinde bir bastonu vardı, her zaman değil, ara sıra onu kullanıyordu. Acaba bu yüzden mi kelepçe takmadılar? diye düşündüm. Tabiî ki sebebinin o olmadığını biliyorum. Çünkü bizim ülkemizde tekerlekli sandalyede oturan bir insana bile kelepçe takıldığını gözlerimle görmüştüm. Sadece bu Amerikalı yetkili değil, Kanadalı öğretmen de çocuk pornosundan tutuklandığında ona da kelepçe takmamışlardı, ne kadar korkunç değil mi?

Bu adamlar, kendi ülkelerinde bile olsalar yerlere yatırılır, arkadan kelepçelenirler. Ancak bizim ülkemizde sadece yanlışlıkla gözaltına alınmış, bir suçu olmayan insanlara uygulanan muameleye tabi tutuluyorlardı. Bu insanların suçları bariz olduğu halde, neden kelepçe takılmadığını mutlaka siz de düşünmüşsünüzdür. Ben de çok düşündüm… Bulduğum tek cevap ise zaten her şeyin çözümü olan şeydi. Yani yabancı hayranlığı, yani yabancılara karşı olan aşağılık kompleksimiz…

Ufacık bir şeyden bile, Türkiye’de, Türkleri gözaltına alırken hiç bir mazereti önemsemeden elleri arkadan kelepçeliyorlar. Ancak çocuk pornosu gibi aşağılık bir suçu işlemiş bir yabancıya kelepçe takmıyorlar.

Sizlere Romanya’da yaşamış olduğum bir anımı anlatmak isterim. Hep diyoruz ya, Romenler bu kadar kısa sürede Avrupa Birliğine nasıl girdi diye? Benim anlatacağım örnek belki bu soruya da cevap teşkil edecektir. Anlatacağım olay, 1996 senesinde yaşanıyor, o tarihte Romanya’ya gittiğimde sağ olsun bir çocukluk arkadaşım beni karşılamıştı. Romanya ile ilgili olarak ayak üzeri beni bilgilendiriyordu. Ekonomik durumlar ve diğer konulardan bahsettikten sonra Romen polisini anlatırken de şu değimi kullanmıştı. Eğer üzerinde yeterli paran varsa her işi karakolda bağlayabilirsin demişti. Ancak peşinden de şunu söylemeyi ihmal etmedi; bir Romen dilenci ile bile kavga etme ve de hiç bir Romen’e kötü davranma. Bu nasıl iş dedim, buraya gelince diyordun ki para ile her işi halledersin, şimdi kavga bile etme, bu sorunun altından kalkamazsın diyorsun? Arkadaşım bana konunun devamını anlatınca, o zaman konuyu tam kavramış oldum.

‘Burada dünyanın 99 milletinden insan var, istersen onlardan birini öldür, hiç bir sorun olmaz, karakolda mutlaka para ile işi bağlarsın ama geçenlerde bir Türk arkadaş bir Romen sarhoşa vurdu diye Türkü tanıdıkları halde kemiklerini kırana kadar dövmüşler karakolda, Türk kendinden emin şekilde para teklif ettiğinde aldığı cevap burası Romanya sen Romanya’da nasıl bir Romen’e vurursun lan olmuş.’

Bunu dinlediğimde aklıma, Alanya’da yaşanan bir olay gelmişti. Amerikalı bir deniz eri her akşam bir diskoya gidiyor olay çıkarıyormuş, çalışanlar kendisini uyarınca da hepsini sıra ile dövüyormuş. Herhalde bu Amerikan askeri yakın dövüş gibi meziyetlere de sahipmiş. Bu adamı polise şikayet ettiklerinde, polis Amerikan askeri diye hiç bir şey yapmıyormuş. En sonunda orada çalışan arkadaşlar dayak yemekten bıkmış olacaklar ki bu şahsı odunla dövmüşler. Olayın neticesini söylüyorum… O bar görevlisi arkadaşlara karakolda bir ton dayak atılmış, daha sonrada çıkarıldıkları mahkemede de hepsi birden tutuklanmışlardı.

Bu olayı kendi beynimde bayağı düşündüm, her türlü rüşveti alan Romen polisi bir Romen’e karşı işlenen suçta parayı almıyor ve burası Romanya burada bir Romen’e nasıl vurursun diye adamın kemiklerini kırana kadar dövüyor.

Bir dakikalığına lütfen düşünün ya, çocuk pornosu gibi iğrenç bir suçu işleyen bir insana bile kelepçe takamayan, daha doğrusu takmasına izin verilmeyen Polis, kendi vatandaşına, kendi ülkesinde ne kadar eziyet ediyor. Kafamı eğmek için ameliyatlı olduğum halde yapılan sert baskılar ve darbeler veyahut teslim olmak için adliyeye gittiğimde uğradığım zulüm hiç aklımdan gitmiyor.

Kendi ülkesinde bizim kadar değersiz olan başka bir halk var mıdır? İnanın ki bilmiyorum, kendi ülkemizde bile her türlü kötülüğe uğrarız, buna rağmen en az milliyetçi olanımız bile ülkemiz ile ilgili bir şey söz konusu olduğunda dünyayı yıkar, ortalığı ayağa kaldırır. Biz gerçekten ama gerçekten soylu insanlarız, dünyanın hiç bir yerinde bu kadar hakkı yendiği halde, bu kadar zulme uğradığı halde, yine de kendi devletine acaba bu kadar sadakatle bağlı olan başka bir Millet var mıdır? Onu da bilmiyorum. İnşallah bir gün, bu millet de layık olduğu şekilde yönetilir. Romenlerin bu kadar kısa sürede Avrupa Birliğine girmesinin tek sebebi, bence kendi milletinin, kendi halkının kıymetini bilmesidir. Başka da hiç bir şey değildir.

Sohbet etmeye başladığımız andan beri geçen zamanın farkına varamamışım. Bu sayede yine epeyce muhabbet edebilmişiz, sıkılmadan mektubumu okuyarak muhabbetinize beni ortak ettiğiniz için hepinize sonsuz teşekkür ederim.

Çok kısa bir zaman içerisinde yollayacağım beşinci mektup ile muhabbetinize tekrar ortak olacağım. Yollayacağım mektup da Irak’ta, Filistin’de, Lübnan’da, daha doğrusu Orta Doğu’da yaşanan gelişmeler ile ilgili düşüncelerimi, ayrıca, yolladığınız mektuplardan çok üzüldüğünüzü hissedebildiğim Youtube isimli internet sitesinde yer alan, şahsım ile ilgili küfürlü konuşmalarla ve hakaretle ilgili hissettiklerimi ve düşüncelerimi yazacağım.

Muhabbetimize son vermeden evvel, aklıma gelen bir konuya tekrar değinmek istiyorum. Mektubumun başında da bu ülkenin yönetim biçimini değiştirmek isteyenlerin olduğunu belirtmiştim. Daha sonra da bizi Sünni Müslüman ülkelerin koruyucusu konumuna getirip Şiilerin hamisi olan İran ile savaştırmak istediklerini kısmen de olsa anlatmıştım.

Birçoğunuzun beyninden böyle bir şeyin olabilmesi asla mümkün olamaz, düşüncesinin geçtiğini hissedebiliyorum. Ancak şunu unutmayın, 1850’lerde Rusya’nın Komünizme geçeceğine de kimse inanmıyordu. Fakat bu gerçekleşti. Dostoyevski’nin ‘Yaz izlenimleri üzerine kış notları’ diye, yapmış olduğu Avrupa yolculuğunun hikâyesini anlattığı bir kitabı var. Kitabın yazılış tarihi 1850, Rusya’da Çarlık yönetimi var. O dönemlerde halkın, çok aşırı refahı olmasa da yinede iyi bir durumu var. O tarihlerde ki Rus halkının şu anda ki Türk halkı ile tek benzerliği, uzun yıllardır sahip oldukları Avrupa hayranlığının, bir anda nefrete dönüşmüş olmasıdır.

Dostoyevski, bu kitabında Avrupa hayranlığı olan Rus halkını, Avrupa ile daha çok bütünleşmek isteyen Rus halkının nasıl olup da Avrupalılar tarafından dışlandığını, alaya alındığını anlatıyor. Yaşamış oldukları bu aşamalar neticesinde, Rus halkı da Avrupa halklarına karşı oluşan aşağılık komplekslerini yenmek için, o gergin ruh yapısıyla sonunun ne olacağını düşünmeden Komünizme geçiyorlar. Rusya’nın daha sonra yaşadıkları hepimizce malumdur.

Şu an aynı olgular Türk Halkında yaşanıyor. Avrupa’ya karşı kin ve nefret had safhada, aldatılmışlık ve hayal kırıklığımız da keza öyle. Sahip olduğumuz bu kötü psikoloji ile Avrupa’ya inat olsun diye, demokrasiden vazgeçip emperyalist güçlerin bize dikmiş olduğu gömleği giymemeliyiz. Emperyalist güçlerin bize giydirmek istedikleri bu gömleğin sebebi, sizler de takdir edersiniz ki, dinimize olan sevgileri ve saygıları değildir. Bence gelecek yıllarda Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri bu olacaktır. Bu sorunun hassasiyetine şimdiden vararak çocuklarımıza bu sorunu asla miras olarak bırakmamalıyız.

Evet, artık sohbetimizi sonlandırmanın zamanı geldi, sohbetimize son vermeden önce sizi ve tüm sevdiklerinizi Yüce Yaratıcıya emanet ediyor, ayrıca var olan Onur ve Şerefinizin çoğalarak devam ettirmesini Yüce Yaratıcıdan diliyorum.

SEDAT PEKER

 
  Bugün 17 ziyaretçi (21 klik) kişi burdaydı!  
 
ip-numaram.com IP adresi

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol