İHSAN KARAKAYA
  Sedat Peker'den Öztürkler Ailesine (13.12.2006)
 

Sedat Peker'den Öztürkler Ailesine (13.12.2006)

 

Mensubu olmaktan onur duyduğum Öztürkler Ailesi;

Söz verdiğim üzere çok kısa bir süre zarfında bu mektubumla ziyaretinize geliyorum. Okuyabilme imkânı bulanlar tüm kalbimle dilerim ki misafirliğimden zevk almış olsunlar.

Bir önceki mektubumda detaylı olarak kendi içimizdeki kırgınlıklardan, bölünmelerden bahsetmeye çalışmıştım. Tekrardan aynı konuya tabiî ki girmek istemiyorum. Hele ki muhabbet edebileceğimiz birçok ortak konumuz varken.

Ancak bu konuyla ilgili bir iki cümle söylemedende geçmek istemiyorum. Dünyada bölünerek çoğalan tek canlı türü amiplerdir. Bölünerek çoğalabilmek insanlar için uygun olmadığından çok dikkatli olmalıyız. Türk Birliğine gönül vermiş yüce gönüllü koca yürekli insanlar, bir tek sevgilerini bölerken cömerttirler. Çünkü bildiğiniz üzere paylaşıldıkça çoğalan tek şey sevgidir.

Burada bulunduğum süre 2,5 seneye yaklaştı ama gelen mektuplarda hiçbir zaman azalma olmadı. Dünyanın birçok ülkesi dâhil olmak üzere her yerden mektuplar geliyor. Bu sayede çok farklı insanların varlıklarından haberdar oluyorum. Yepyeni, tertemiz gönül dostları kazandığım içinde mutlu oluyorum. Tabiî ki bu da bana ayrı bir enerji, ayrı bir cesaret veriyor.

Mektup yazan arkadaşlarımızın hepsine birkaç satırda olsa cevap yollamaya gayret etsem de merak edip sordukları sorulara (kendime dair, hayata dair) uzun uzun cevap verebilme imkânım olmuyor. En fazla gelen sorulara cevap vermiş olursam isteklerini yerine getirmiş olabileceğimi düşündüm.

Genelde en çok sorulan sorular onur, güç ve başarı kavramları hakkında oluyor. Yapmış oldukları onurlu davranışların karşılığında zarar gördüklerini, yılmış bir düşünce biçimiyle yazıp soruyorlar. “Bizlere nasıl davranmamızı tavsiye edersiniz?”

En fazla sorulan sorulardan biri de güç kavramı üzerine olduğunu biraz önce söylemiştim. Çok güçlü olmak istediklerini belirtip, bunu nasıl başaracakları konusunda da benden fikir istiyorlar. Yeterince cesur olmadıklarını düşünüp, “İnsanlar sizin gibi cesur mu doğar ?” diye soruyorlar.

Tabiî ki özellikle bu iki üç konu üzerinde yoğunlaşmış arkadaşlarımız hayata karşı kırgın ve kızgınlar. Onları tatmin edecek cevaplar verebilir miyim onu da bilmiyorum. Çünkü bu iki üç duyguyu “En iyi şekilde yaşıyorum ve yönetiyorum.” diyecek durumda değilim. Ben de herkes gibi öğrenmeye çalışmaktayım. Bize değer veren arkadaşlarımız bizi bu şablona oturtmuşlar. Bu konuda diyebileceğim ve Yüce Allah’ tan isteyeceğim tek şey, hakkımızda bu şekilde düşünen dostlarımıza karşı mahcup duruma düşecek bir hata yapmamaktır.

Onurlu davrandığı için sıkıntılar yaşayan, bu yüzdende kızgın ve kırgın olan arkadaşlara şunu sormak isterim; “Onur kavramı sizin için neyi ifade ediyor, siz onu nasıl tanımlıyorsunuz?”

Bu soruyu gençliğim ilk yıllarında kendime çok fazla sordum. Her seferinde de ona farklı farklı anlamlar yükledim. Bu mektupları yazan arkadaşlar gibi duygu kargaşaları yaşadım. Kafamda beliren en son şablon ise şu olmuştu: “Onurumuz biz onu terk etmeden, bizi terk etmeyecek tek şeydir.”

Arkadaşlarımızın sahibi miyiz? Çocuğumuzun sahibi miyiz? Tabiî ki “Asla değiliz.” 18 yaşına gelip ben gidiyorum dediğinde arkasından bakmaktan başka yapabileceğimiz hiçbir şey yok.
Biraz önce de söylediğim gibi arkadaşlarımızın da sahibi değiliz. Fikirlerdeki zıtlaşma veya farklı sebeplerden dolayı “Ben gidiyorum” der, gider. Yine yapabileceğimiz bir şey yoktur.

Bu örnekleri kız arkadaşınız, sahip olduğunuz paranız dâhil birçok konuda görebilirsiniz. Çok zengin olduğunuz halde bir anda iflas edebilir. Çok sağlıklıyken bir anda Kanser olabilirsiniz.

Biraz önce de bahsettiğim gibi her şeyden çok sevdiğinizi sandığınız sevgilinizde sizi terk edebilir.

Sinir krizleri geçirdiğim, günlerce, karanlık gecelerce uyumadığım zamanlarda bu sorunun cevabını devamlı aradım. “Sağlığına, çocuğuna, parasına, sevgilisine sahip olamayan bir insan o zaman neden bu dünyada yaşıyor ki? Yaşamın bir anlamı var mıdır?” deyip, kendi kendimi çok sorguladım.

Evet, sahip olduğun bir şeyin var. O da “Onurun!” Bir lirasız kaldığın zamanda da, sağlığını tamamen kaybettiğin zamanda da, en kötü şartlarda işkenceler görürken veya zindanlarda her şeyden ve herkesten uzak günlerini geçirirken, her şeye karşı direnir, iğrençleşmez, bedel ödemeyi göze alırsan kısacası O’nu terk etmezsen, O da seni asla terk etmez…

Türkçülük ideolojisinin çok değerli büyüğü, Hüseyin Nihal ADSIZ hocanın “Yolların Sonu” şiirinde bir dörtlük vardır. Biraz sonra yazacağım bu dörtlükte yaşı, mesleği, konumu ne olursa olsun herkesin kendinde bulabileceği bir şeyler vardır. Bunlar acı, hüzün, keder gibi insana dair duygulardır.

“Bir gurbete gidiyorken yeniden,
İnanın kimse gelmeyecektir bize.
Bir kemiğin ardından saatlerce yol giden,
İtler bile gülecektir kimsesizliğimize…”

Bunun gibi kötü bir durumu Yüce ALLAH kimseye yaşatmasın, kimseyi dostsuz, arkadaşsız bırakmasın. Ama şunu da asla unutmamalıyız ki bizimle olan bir şey var. Bize yarenlik eden, bize güç veren “Yıkılma yoluna devam et, düşmanlarının mutlu olmasına asla izin verme!” diyen bir şey…

Biraz öncede belirttiğim gibi bu dünyada gerçek sahibi olduğumuz tek şey onurumuzdur. O adil bir dosttur çünkü biz O’nu bırakmadan O bizi asla bırakmaz.

Yapmış olduğu onurlu davranışlardan dolayı zarar gören, hangi çağda yaşadığının farkında değil diye arkasından konuşulan, dalga geçilen, kızgın ve kırgın kardeşlerim, kızgınlığınızı ve kırgınlığınızı bir kenara bırakıp mutlu olun. Çünkü sizin bu dünyada sahip olduğunuz bir şeyiniz var. Diğerleri çok rahat, eğlenceli, sıkıntısız bir hayat yaşıyor olabilirler. Ancak şunu unutmayınız; bu insanların hayatı sabun köpüğünden farksızdır. Bu insanların gerçek manada hiçbir şeyleri olmadıkları için sahibi olduklarını zannettikleri şeyleri bir anda kaybedince, bir sabun köpüğü gibi yok olup giderler. Yaşadıklarına dair hiçbir gönülde, hiçbir yürekte iz bırakmazlar. “İşte biz bu yüzden yüce gönüllüyüz, koca yürekliyiz.” Güzel olan her şeyin bir bedeli vardır. Onur kavramının bedeli de budur.

Mesela, gençliğimizin yine ilk yıllarında bazı insanlar için onurlu bir insan derlerdi. Ben asla kabul etmezdim. Söyledikleri insan cesur bir insandı ama cesur olmak onurlu olmak demek değildir. Gerektiğinde iyi şeyler için kullanılan cesaret onurun bir parçasıdır ama tamamı değildir.

Yine başka bir insan için onurlu tanımı yapıldığında, ben yine muhalefet ederdim “O sadece cömert, cömert olmakta onur kavramının bir parçası ama tamamı değildir” derdim.

Benim onur kavramına yüklediğim mantıkta O’nu bir bileşke gibi görüyordum. Güzel olan her şeyin birleşmesiyle oluşan bir şeydi. Cesaret, cömertlik, vefa, merhamet, adalet gibi birçok güzel şeyin toplamıydı. İşte bu yüzden çok özel oluyor. Sahibi olmak içinde ona göre bedel ödemek gerekiyor. “Güzel olan her şeyin fiyatı da bedeli de ağırdır.”

Arkadaşlarımızın mektuplarında en fazla sordukları güç, cesaret ve başarı üzerineydi. Daha önceki satırlarda söylediğim gibi ben bu kavramların bilirkişisi değilim. Ancak bu yöndeki birçok soruların fazlaca muhatabı olduğum için kendi hayatımdan örnekler vererek açıklama yapmaya çalışabilirim.

Hepimiz bir şeye sahip olabilmenin tek yolunun onu çok istemek olduğunu biliriz ama eski filozoflardan Ovidius tüm insanlardan farklı bir gözle bakmış bu olaya; “Bir şeyi istemek yeterli değildir, şiddetle arzulamak gerekir” demiş. Açılımını yapmadan, hayatımdan örnekler vermeden önce belirtmek isterim ki, tüm kalbimle bu sözün doğruluğuna inanıyorum.

Tüm çocuklar gibi bende hayatı gözlemleyerek bir şeyler öğrenmeye çalışırken, ilkokul çağında yaşadığım 3 olay dünyada çok güçlü ve başarılı olmam gerektiğini öğretti.

Mesela mektup yazan bazı arkadaşlara göre bu doğuştan verilen meziyet ama bana sorarsanız, kesinlikle doğuştan gelen bir meziyet değil daha sonradan elde edilen bir kazanım.

Başkalarında nasıl olduğunu bilemem ama güçlü olma isteği bende bu şekilde oluştu. Çok güçlü, cesur olarak doğmadım tabi başarılı olarak da doğmadım. Dediğim gibi bunlar daha sonra kazanılabilen olgulardır.

Anne karnında belli bir aylık olduktan sonra başlayan süreçten şu ana kadar görmüş olduğunuz, duymuş olduğunuz, hissettiğiniz her şey, bilinçaltımızda toplanır.(Bilinçaltı beynimizin ana kütüphanesi, bilgi bankasıdır.)

Bizler aldığımız tüm kararları bilincimizle aldığımızı sanırız, düzeltmem gerekirse sizleri bilmem ama daha önceleri ben öyle sanıyordum. Aldığımız kararlarda bilincin payının sadece % 10 olduğunu öğrendiğimde çok büyük şaşkınlık geçirmiştim. Bilincimiz sadece çakmağın ateşleme görevini yapan yer gibiymiş, geri kalan tüm ağırlık ve yoğunluk bilinçaltımıza aitmiş. Bilinçaltımızı neyle besler, neyle doldurursak o zaten hayata dair her şeyimizi ona doğu yönlendirmeye, değiştirmeye başlıyor.

Eğer ki onurlu, cesur, güçlü olmak kısacası hiç kimsenin kaderimizin efendisi rolüne bürünmesini istemiyorsak bilinçaltımızı bıkmadan, usanmadan her gece gerekirse binlerce, on binlerce kere bu yönde tekrar yapıp doldurmalıyız. O’da kâinatın en mükemmel makinesi olan bizi istediğimiz şekilde programlayacaktır.

Bulunduğum yerde ki, sıkıntılardan dolayı hiç etkilenmemem, devamlı çok mutlu olduğumu söylemem avukatlar, ziyaretçiler ve burada ki görevliler dâhil herkesi şaşırtmakta. Herkes bu tavırlarımı bir taktik olarak görüyor. (Birçok şeyi taktik icabı yapmış olduğum doğrudur.) Ama samimiyetime lütfen inanın ki bu değil, gerçekten çok mutluyum, çok huzurluyum, çok keyifliyim. (Tüm olumsuzluklara karşı)

Çünkü burada yaşadığım çok kötü şartları daha önceleri yaşayabilirim diye birçok kez düşünmüştüm. Bilinçaltımda olaya yabancı olmadığı için en kötü şarlara göre zaten programını yapmıştı, bu yüzden yaşadığım hiçbir şeyi sıkıntı yapmıyorum.

Tutuklandığım zaman haklarında dava açtığım bazı Polis Amirleri ve Müdürleri, “Omuriliği rahatsız orada yatamaz” demişlerdi. Onlara diyebileceğim tek şey şudur: “Terör suçlularının dahi yatmak istemediği, çok kötü olan bu “F” tipi şartlarında herkesin yatacağı cezayı tek ayağımın üzerinde yatarım. Ancak gelecek zamanlarda yani 100 yaşımı geçtikten sonra yine hileli yollarla tutuklanmamı sağlayıp cezaevine atarsanız o zaman iki ayağımı kullanmak zorunda kalırım!”

Cezaevleri, insanları sevdikleri şeylerden uzak tutmak için yapılmıştır. (F tipi ise kesinlikle mahvetmek için yapılmış.) Son zamanlarda hayata dair en sevdiğim şey (cezaevine girmeden önce) çiçek bahçelerinin içinde dolaşmak, onlarla konuşarak, onları sevmekti. Burada değil öyle bir şey yapmak, bir yaprak bile görebilmeniz mucizelere bağlı. Ancak çözümü olmayan sorun yoktur, gül yapraklarının preslenmesi sonucunda yapılan tespihler var. Kendime o tespihlerden getirttim o tespihlerden çekiyorum. Gözlerimi de kapatarak kendimi gül bahçesinde hissettiğimde kokuyu da alarak olayı tamamlayabiliyorum

Başka bir örnek vermem gerekirse, daha önceleri cezaevine girmeden önce Boğaz manzaralı bir oda da spor çalışıyordum. Buraya geldim diye hayata küserek sporu bırakmadım. Şimdi de süpürge saplarının iki tanesini yan yana getiriyor, uçlarına 15’er kiloluk içme suyu bağlıyorum, üretmiş olduğumuz bu aletle çok iyi vücut yapamasak da, kaslarımızı koruyabiliyoruz. Halter sorununu böylece çözdükten sonra, geriye gözleri kapatarak Boğaz’ı düşünmek kalıyor. Her ikisi birleşince özgürlükte ki gibi olmasa da keyifli bir netice ortaya çıkıyor.

Bilinçaltımıza yüklemiş olduğumuz cesarete, güce, dayanıklılığa dair bilgi tekrarları olmasaydı, zannederim ki değil bu kadar mutlu olmak, burada ki diğer insanlar gibi yaşamayı bile zor başarırdım. Yani sizin anlayacağınız, ben olaya hazırlıklıydım. (Her zaman en kötüsüne)

Bir gün bir arkadaşımla konuşurken bana şöyle bir soru sormuştu: “Allah aşkına nasıl beceriyorsun işkencelere, eziyetlere, tüm zulümlere, ihanetlere nasıl dayanıyorsun?” demişti. Kendisine anlattım, “Gece yatarken koyunları mı sayarsın, kızları mı düşünürsün?” dedim. Kendiside gülerek, “Koyun saymayla işim olmaz, ben kızları düşünürüm.” dedi. Bende kendisine “Ben dâhil bütün yaşıtlarımız böyle yapıyordur.” dedim, ama benim haricinde yaptığım şey bu düşüncelerden çok çabuk kurtulup her gece gözlerim kapanana kadar yüzlerce, binlerce kere şu sözü tekrarlıyorum, “Allah’ım bu kulunuza onurunu koruyabileceği gücü ve kuvveti bahşediniz.” Her gece, bazen de gündüzleri bu sözü o kadar çok tekrarlardım ki, bilinçaltımı dış dünyadan gelebilecek tüm etkilere karşı hazırlığını yapmış olarak beklerdi. (Tabiî ki hazırlığın ne olduğunu biz bilemeyiz, ancak vakti zamanı gelince bizim daha önce hiç düşünmediğimiz, hiç planlamadığımız bir şekilde bizi % 100 başarıya getirecek bir planı uyguladığımızı fark ederiz.)

Duamın samimiyeti ve istikrarlı şekilde çokluğu sayesinde vereceğim tepkileri sadece beynimle değil vücudumu oluşturan sınırsız sayıdaki hücrelerimde hatta ve hatta hücrelerimin içindeki sitoplâzmalarda, çekirdeklerde bile hissederim. Bana kalırsa, insan ondan sonra farklı bir boyutta yaşıyor. Belki sizlere komik gelebilir ama yenilmez olduğunuzu hissediyorsunuz. Lütfen yanlış anlaşılmasın yok edilemez olduğunuzu değil, sadece ve sadece yenilmez olduğunuzu hissediyorsunuz. Çünkü hiçbir şartta yenilgiyi kabul etmiyorsunuz.(Tabiî ki hayata dair normal, basit olaylarda değil. İnandığınız kutsal değerlere hizmet etmek isterken karşılaştığınız engellerde, sorunlarda.) Bilinçaltımızı yönlendirmek için devamlı sık tekrar yapacağımız cümleleri, içinde bulunduğumuz psikolojik duruma göre değiştirip, farklılaştırabiliriz.(Mutluluk, sağlık, başarı gibi.)

Belki bu satırları okuyan arkadaşlara yazdıklarım pek inandırıcı gelmemiş olabilir. (Ancak bu benim sahip olduğum ve uyguladığım tek formül) Tabiî ki beynim devamlı daha keyifli, daha eğlenceli şeyler düşünmek istiyor. Mutlaka onlar içinde zaman ayırıyorum ama bir cemiyette dostlarımla otururken dahi içimden tekrar yapmayı asla bırakmıyorum.

Daha önceki satırlarda da söylediğim gibi siz bilinçaltınızı devamlı olmak istediğiniz şeyle doldurun. O da kâinattaki en mükemmel makineyi yani sizi o yönde programlasın.

Birazda gündelik yaşantımızdan, güncel olaylardan örnekler vererek muhabbetimize renk katmak isterim. Böylelikle okuyan arkadaşlarımız, kardeşlerimizde muhabbetimizden sıkılmamış olurlar.

Televizyonda ilk seyrettiğimde çocukluğumda ki gibi sinirden ağlamama sebep olan 17 aylık bebeğe tecavüz edilmesi haberini izlerken dikkatimi bir şey çekti. Bir yetkili açıklamasında diyor ki, “Linç edilmemeleri için (mahkumlar tarafından) her biri ayrı hücrelere konuldu, başlarında da birer memur bekliyor.”

“İşte budur ya! Modern devlet budur, gelişmiş devlet budur, soylu devlet budur!” dedim.

Öldürülecekleri, şehit edilecekleri herkes tarafından bilinen Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu gibi aydınlarımızın güvenliği için başlarına memur dikmeyen, memur görevlendirmeyen şanlı devletimiz 17 aylık bebeğe tecavüz eden yaratıklar linç edilmesin diye başlarına memur dikmiş! (Yazık çok yazık)

Tabiî ki, devlet suçu her ne olursa olsun kimseyi öldürmez, öldürülmesine müsaade etmez. (Kanunlarda böyle yazılır)

Ancak birde, yazılı olmayan kanunlar vardır. Bu kanunlar toplum vicdanının içersinde yasa haline gelmiştir. Çocuklara tecavüz olayları önlenemez derecede artıyormuş. Bakanlık yetkilileri, Profesörler toplantı üzerine toplantı yapıp nedenlerini anlamaya çalışıyorlar.

Bunu anlayabilmek için yüz tane, bin tane toplantı yapmaya gerek yok ki! Kim ne derse desin dünyada ki en büyük caydırıcılık etkisi olan şey ölüm korkusudur. Yazılı olmayan halkın kanunlarında şöyle bir gerçek vardı: “Bunu yapanlar cezaevlerinde ölür.” Ama artık bu kanı tamamen değişti. Yeni kanı çocuklara, bebeklere tecavüz edenler “Cezaevlerinde öldürülemez.” Çünkü devlet şehit edilecekleri bilinen aydınlarına göstermediği sahiplenmeyi bebek tecavüzcülerine göstermektedir.

Ziyaretimize gelen avukat arkadaşlarla, ziyaretçilerle sohbet ederken herkesin bana söylediği ortak kelime, “Sokakların bu hale geleceğini, kızların, kadınların, yaşlıların gece sokağa çıkamayacağını nerden biliyordun?” daha sonra ise; “Sen zaten bu tip olayları hep biliyorsun.” diyerek bana insan hislerinin üzerinde bir özellik katıyorlar. Allah aşkına bunu görebilmek için hissedilmek için üstün bir özelliğe ihtiyaç yok ki, sadece bakmak ve görebilmek yetiyor.

Bizim ırkımız, insanımız o kadar mahzun, o kadar temiz, o kadar yüce gönüllü bir millet olduğu için çok çabuk yönlendirilebiliyor.

Mesela kafama takılan şeylerden biride şudur; Amerika, İsrail, Rus, İngiliz istihbarat birimleri kendi ülkelerinde ya da dünyanın her hangi bir yerinde kendi ırklarının, kendi milletlerinin menfaatleri için suikastlar düzenler. (Bunu herkes bilir.) Bu suikastların gerçeğine yakın filmlerini yaparlar, gider hepimiz seyreder ağzımız açık bir şekilde bakar takdir ederiz. Ancak bu bizim ülkemizde bir kareye mahsus olmak üzere mecburiyetten yapıldığının dolayı iyi niyetinden asla şüphe duyulmayacak insan hakları savunucuları (kullanıldıklarının farkında olmayan insan hakları savunucuları) peşine takılır gideriz.

Gençliğimin ilk yıllarında bir olayla karşılaşmıştım. Mahallemizde garip bir esnaf, haklı olduğu bir davada ekmek parasını korumak için birisini vurmuştu. Adamın haklı olduğu açıkça ortada iken yinede kahvehanede, berberde olayın kritiği yapılırken eleştirilmişti. Eleştiri sebebi ise, karşıda ki adamın silahını çekmeden ateş etmesiydi.

Oturduğumuz ilçede çok güçlü bir aile vardı. Onlarla ilgili hikâyeleri devamlı duyardık, hiç haklı olmadıkları halde cinayetler işler, kötülük yaparlardı. Her nedense onlara hem hiçbir şey olmaz hem de kimse tarafından eleştirilmezdi. Onlar tarafından yapıldığı bilinen olayların ne berberde nede kahvehanede kritiği yapılmazdı. (Metotları ise çok şeytani ve burada anlatamayacağım kadar kötüydü.)

Henüz çocuktum ancak bu ikilem kafamı çok yoruyordu. Tecrübelerinden dolayı bizle kıyaslandığında bilge sayılabilecek bir ağabeyimiz vardı. O’na sordum, “Mahallede ki küçük esnaf haklıyken bir olay yapıyor ama yinede herkes onu eleştirebilecek bir şeyler buluyor, ancak şu tanınmış büyük ailenin yaptığı olaylar o kadar adaletsizce ve zalimce olduğu halde niye kimse eleştirmiyor?” dedim. Cevap O’na vermiş olduğum bilgelik payesine yakışır bir şekildeydi; “Ağaların yaptığı kalleşliğe plan denir” dedi. İlk duyduğum anda cümleyi anladığımı düşünmüştüm ancak yaşamış olduğum her gün bu cümleye bir anlam daha yükledi. Bu kadar kısa olup da hayata dair birçok şeyi anlatan böyle sözlerin varlığına ilk defa şahit olmuştum.

Amerika, İsrail, İngiltere, Rusya çok komik sebeplerden dolayı suikastlar yapıp, cinayetler işliyor alkışlıyoruz. “Vay be adamlar ne biçim teşkilat!” diyoruz. Bizim ülkemizde ise başkaca yapacak hiçbir şey olmadığı için bu yola başvurup bir iki cinayet işlendiğinde çeteler, mafyalar, katiller deyip kullanıldığının farkında olmayan bir iki tane iyi niyetli insan hakları savunucusunun peşine takılıp, ışıkları açıp kapatıyoruz. (Bu kadar basit şeyleri nasıl anlayamayıp çözümleyemediğimiz ise başlı başına ayrı bir sorun)

Bu anlatmış olduklarımdan insan öldürmenin keyifli ve gerekli olduğu fikri çıkmasın.

Mesela Abdullah Öcalan’ın, Türkiye’ye getirildiğinde her şeyin çok kötü olacağını bizler hissedebiliyorken, devleti yöneten koskoca adamlar hissedememiş. Amerika’nın adeta fiyonklayarak bize teslim ettiği adamı biz yakaladık diye halka yutturmaya çalıştılar. O an halkada yutturmayı başararak o rüzgârla DSP’yi iktidar yaptılar. Ama şu an bütün halkımız gerçeği biliyor, yani yakalanmasında hiçbir dâhilimizin olmadığını.

Daha önceleri tahmin etmiş olduğum olaylardan biride, sıkça gerçekleştirilen Polislerimizin şehit edileceği olayı idi.

Hatta bu tarz eylemlerin olacağını en son gözaltına alındığımda şubedeki polislere bile söylemiştim. Kim bilir belki de o arkadaşlar şimdi, “Bu adam bunları nerden biliyordu?” diye kendi kendilerine soruyorlardır.

Allah aşkına bunu bilmekten daha basit acaba ne olabilir ki? Af çıkarıyorsunuz 10 tane polisi, askeri şehit edeni serbest bırakırken, normal cinayet işleyen bir kişiyi serbest bırakmıyorsunuz. İşin komedisi ise gösterilen gerekçedir. Devlete karşı işlenen suçlarda cerrahi içtima yapılır.(Yani ne demektir o ?) Tüm cinayetler bir kenara bırakılarak bir cinayet üzerinden infaz hesaplaması yaparlar, ancak normal vatandaşı öldürmüşler için ayrı ayrı infaz hesaplaması görürler, yani hayat boyu cezaevinden çıkamazlar. Teröristler ise serbest bırakılırlar. Bunun açık anlamı şu değil midir, “Aman kardeş istediğin kadar asker, polis şehit et nasılsa aftan yararlanıp çıkarsın!”

Bunu ben mi yanlış anlıyorum yoksa başka bir anlamı var mı inanınki bilmiyorum. Ancak bildiğim bir şey varsa tespitimin doğru çıktığı, polislerimizin şehit edildiğidir.

Bizler “F” Tipinde plastik pervaneyi rica minnet alırken, Abdullah Öcalan klimasının bozulduğundan şikâyet ediyor.”Yuh olsun be!” Vallahi yuh olsun! İki buçuk sene oldu, halen daha neden yattığımı bilmiyorum! (Ancak öğrenebilmek için gayret sarf ediyorum.) Mübalağa olmasın ama yüzlerce, binlerce avukat, birçok emekli hâkim, savcı dosyayı inceledi, hiç kimse bir şey söyleyemiyor. (Gerçi bende, herkeste, burada niye yattığımı biliyor.)

“Kardeşim ona klima veriyorsunuz bari bize de klima verin” gibi aşağılık bir sözü asla söylemem. Ama hiç değilse ona da plastik pervane verin tüm mahkûmlarla eşit olsun. Hayatınızda mutlaka hepinizin başına gelmiştir. (Genelde bu çocukken yaşanan bir duygudur.) çok acı çekersiniz ama anlatamazsınız size sorduklarında, sadece canım acıyor dersiniz başka bir şey diyemezsiniz. Bu klima olayında aynı duyguyu tekrar ruhumun acı çektiğini hissettim.

Normal teröristlere diyorlar ki, “5–10 kişi öldürürsen seni normal “F” tipinde yatırırız ancak 30.000 kişi öldürürsen sana klima veririz. Cezaevinden örgütünü yönetme hakkı da veririz, bunların yanında daha birçok şeyde veririz.” Benim buradan çıkardığım yorum böyle. Acaba sizlerin içersinde daha farklı yorumlar çıkarabilen varsa bana da bildirir misiniz?

Olayın daha vahimi, cezaevinde yatarken örgütüne haber yollayıp ateşkes ilan ediyor, ateşkesin son bulma tarihini de Cumhurbaşkanlığı seçimi tarihinin hemen sonrasına veriyor! Tabiî ki sizlerin olduğu gibi benimde aklıma gelen ilk şey, ne oluyoruz? Dünyanın hangi başkentlerinde ülkenin toprak bütünlüğü ile ilgili gizli planlar yapılıyor? Tabiî ki herkesin kendine göre planları var, sizin, benim, onların yani herkesin. Ama unuttukları bir şey var ki, mutlaka Yüce Allah’ında bir planı var. İnsanların yaptığı planlar değişebilir, bozulabilir, hedefine varamayabilir, bence elimizden gelen tüm gayreti göstererek Yüce Yaratıcının planını beklemekte yarar var. “Görelim bakalım Mevlâ’m neyler, neylerse güzel eyler.”

Yine canımın çok acıdığı zamanlardan biride Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirildiği gündü. “Bir daha bu ülkede hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” demiştim galiba bu tespitim de doğru çıktı.

Daha önceki satırlarımda devletlerin bir yazılı kanunları olduğunu, birde halkın kendi refleksleriyle geliştirmiş olduğu yazılı olmayan kanunların olduğundan bahsetmiştim.

Devlet cezaevinde ki insanı öldüremez, bunun için kanunlar da müsait değil zaten. (Bu zaten doğru bir şeyde olamaz) Ancak devlet içinde görev yapan ailesini kaybetmiş, en yakın arkadaşını kaybetmiş yani şehit vermiş insanlar var. O insanlardan bir tanesinin tayini İmralı’ya çıksa O’da görev anında cinnet geçirerek Öcalan’ı öldürse, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ise tüm dünyada oluşabilecek tepkilere karşı bu cinayeti yapan kendi görevlisini cinayetle suçlasa ve müebbet hapis cezası verse kim ne diyebilir?

Gelecekteki kendi planları için bu şahsı bize teslim eden İsrail ve Amerika’mı bir şey diyecek? (Tabiî ki diyecekler) Bizde kendilerine diplomatik bir dille üzgün olduğumuzu söyleyip, ancak ölümü göze almış kararlı insanları hiç bir şeyin durdurmasının mümkün olmadığını belirtiriz ve ekleriz “eğer ki bu tip olaylar engellenebilseydi sizin Devlet Başkanlarınızda yakın tarihlerde suikastlere uğradılar, sizlerde onları koruyamadınız.”

Bizlerin yapacağı tek şey olayın failine kanunlarımızda ki en ağır cezayı vermektir. Yani onu ağırlaştırılmış müebbede mahkûm etmektir. Abdullah Öcalan’ı öldürme karşılığında değil ağrılaştırılmış müebbet cezayı yatacak, ölümü bile zevkle kabul edecek o kadar çok askerin polisin var olduğunu biliyorumki.

Tabiî ki bu olayın nasıl olduğunu bize soran yabancı devlet yetkililerine söylenecek son söz Thomas Beckett’in şu sözü olurdu “Bir zorbayı öldürmek sadece meşru değil aynı zamanda doğru ve adildir çünkü kılıçla vuran kılıçla ölür”

Dünyanın her yerinde ki (Tabiî ki gelişmiş olan) devletlere baktığımızda olayın tamamına hâkimdirler. Yani iktidara gelen partiler kendi taraftarlarının eğilimine göre kanunlarda en fazla % 5 oynama yapabilirler, % 95 ise devletin kontrolü ve koruması altındadır.

Örneklendirmek gerekirse Amerika’da Demokratlar iktidara geldiklerinde özgürlükler biraz arttırılır, ne bileyim çevre hakları, insan hakları biraz daha geliştirilerek ön plana çıkarılır cinsel özgürlüklerin sınırları biraz daha genişletilir. Cumhuriyetçiler seçimi kazanıp iktidara geldiklerinde ise muhafazakârlık ön plana çıkar. Demokratlar tarafından genişletilmiş hakların ne kadar daraltılabileceği hesaplanmaya çalışılır. Yani kimin geldiğinin hiçbir önemi yoktur, seçimler bence sadece görsel bir şölendir iktidarların değişmesi de halkı uyutmaktan başka bir şey değildir.

Devletin kontrolünde ki %95’lik bölümü değiştirmeyi düşünenlerin ise başına nelerin geldiğini söylemeye gerek bile yok herhalde. Birde bizim ülkemize göz atarsak her şeyin ne kadar farklı olduğunu çok rahat görebiliriz. İktidara gelenler değil kanunların %5’iyle oynamak, ülkenin dış politikasını bile istedikleri gibi değiştirebiliyorlar. Oysaki gelişmiş devletlerde dış politikalar en az 60–70 senelik yapılır.

Çok üzülerek söylemek durumundayım (kimse kusura bakmasın) 1000 senelik devlet geleneğimizin olduğunu söylüyoruz, ama halen daha devletin ne olduğunu bilmiyoruz.

Şimdi bu satırları okuyan bazıları (herkes sizin gibi iyi niyetli okumuyor) telefonunu eline almış, sağı solu aramaya başlamıştır. “Sedat PEKER kesin devlet düşmanı diye” bu şekilde düşünenlere söyleyebileceğim tek şey adil olmalarıdır. Dediklerimin doğru olduklarını kendileri de biliyor sadece işlerine gelmiyor.

Mesela örnek vermek gerekirse, sağcılar iktidara geldiklerinde neredeyse sokakları bile mescit yapar, solcular iktidara geldiklerinde ise onlarda utanmasalar camide bile yapılan ibadete karışırlar. Yaşanan bu kavram tartışmalarının tek sebebi güçlü bir devlet düzeninin olmamasıdır. İktidar partileri için duruşuna göre şekillere bürünen bir devletimiz var. Yüce ALLAH bu devletinde bizlerinde yardımcısı olsun.

İşte bu yüzden bizler çok güçlü olmalıyız, işte bu yüzden çok bilgili olmalıyız.

Mektup yazan tüm arkadaşlara kitap okumalarını tavsiye ediyorum. Hemen hemen hepsinden gelen mazeret ise şu oluyor; “Benim beynim çok karışık, okuduğum şeyi hemen unutuyorum.” Benim ise kendilerine verdiğim cevap ise; “Siz kitap okumak demenin okuduğunuz şeyi hatırlamak olduğunu düşünüyorsanız benim durumum sizden çok daha kötü. Çünkü ben bırakın okuduğum kitabın içindekileri hatırlamayı, kitapların adını dahi hatırlamıyorum. Kitap hatırlanmak için okunmaz.” Daha önceki satırlarda da söylediğim gibi gördüğümüz, duyduğumuz, hissettiğimiz hiçbir şey boşsa gitmez. Hepsi bilinçaltımızda kayıtlıdır. İnsan kitap okumaya başladığı zaman okuduğu hiçbir şeyi hatırlamasa da çevresinde ki dostları kendisine belli bir zaman sonra mutlaka konuşmalarının ve davranışlarının farklılaştığını, söylerler. Yani bilinçaltımızda ki bilgiler fazlalaştıkça bilinçaltımızda vücudumuzu iyi yönde programlamaya illaki başlamıştır.

Yine bir dostumun bana söylediği gibi, “Kitap okurken hiç zevk alamıyorum, canım çok sıkılıyor” sözleri kısmen de olsa belki doğruyu yansıtmaktadır. Tembellik, alkol içmek veya devamlı müzik dinlemek gibi aktivitelerin kitap okumaktan bir an için bile olsa güzel olduğu düşünülebilir.

Ama bana sorulacak olursa, kâinattaki en büyük zevk yaşamı okuyabilmek için uğraş vermektir. “Yaşamın Gizemi” isimli kitabın alfabesi ise sizin gibi benim gibi insanların yazmış olduğu kitaplardır. Bu şekilde düşündüğüm zaman her ne şartta olursa olsun bir şeyler okumanın gerekliliğini anlıyor ve bundan da büyük zevk alıyorum.

Bizim ülkemizde bence en büyük sorun kalitesizliktir. Bu konuyu mektubumun sonlarında veya kısa bir zaman içersinde yazacağım bu mektubuma ek olacak diğer mektubumda büyük bir zevkle değineceğim, yaşadığım hayatta bu konuyla ilgili olan basit birkaç tane örnek var.
Henüz gençliğimin ilk yıllarında Paşa kapısı Kapalı Cezaevine girerek çok kısa bir süre tutuklu kalmıştım. Yaşımın çok küçük olmasına rağmen görmüş olduğum saygı ve sevgi ise abartı derecesindeydi. Cezaevinin girişi olan Kapı altında oturmuş yeni gelen mahkûmlara sorular sorarak zaman geçiriyordum, bunlar neden geldin gibi basit sorulardı. O zamanki Cezaevlerinin yapısı F Tiplerininki gibi değildi mahkûmlar genelde iç içe yaşıyordu

Bir tane mahkûm 27 tane araba hırsızlığından geldiğini söyledi, “-bu nasıl oluyor?” diye kendisine sordum bir arabayı soyarken yakalanmış, diğerlerinde de eskiden soyarken parmak izi bırakmış, aşırı derecede sinirlenmiş böyle bir aptallığı nasıl yapar diye ona kızmıştım, “Nöbetçi eczaneden ameliyat eldiveni alıp eline takamadın mı?” diye. O an yanımda bulunan aynı suçtan tutuklandığımız arkadaşlarım “Sen hırsızları sevmezsin birde akıl veriyorsun” dedi.
Arkadaşlarıma dönerek şöyle söyledim: “Küçük veya büyük olması önemli değil sizinde bildiğiniz gibi ben hırsızları sevmem ancak tahammül edebilirim, benim tahammül edemediğim aptallardır” dedim.

Birde yurt dışındaki hırsızlık olaylarına bakıyoruz bilmem hangi müzeyi hangi bankayı ne biçim planlarla soyuyorlar. Bizlerde gidip bilet parası verip bu soygunlardan esinlenerek hazırlanmış filmleri izliyoruz. Hırsızları bu kadar kaliteli olduğu için Diğer devletler onları yakalıya bilmek adına FBI gibi, polis teşkilatları, istihbarat teşkilatları kuruyorlar bizim hırsızımızda ortada, üzülerek söylüyorum ama onu yakalayan imkansızlıklar içinde ki Polisimizde.


Yine arkadaşlarımla muhabbet ederken çok iri takım elbiseseli yaşça da bizden büyük insan azmanı kılığında birisi geldi, kendiside silahlı saldırıdan tutuklanmış kaçarken de düşüp elini kırmış, elide alçıdaydı. Gıyabımızda ismimizi duyduğu için bizi tanıyıp sevip saygı duyduğunu belirtti.Teşekkür ettikten sonra benim ona söylediğim şey ise; “Olay anında üzerinde bu elbiseler mi vardı?” oldu. “Evet” dedi. “Kusura bakma ama ben sana saygı duymuyorum” dedim, “Çünkü ben sadece zeki insanlara saygı duyarım, zeki olmayan insanları sevebilirim o ayrı bir şey ancak saygımı kazanmak için zeki olmak gerekir.” dedim.

Tekrardan şahsa dönerek dedim ki “Kardeşim sen kendine kız istemeye mi gidiyordun?” dedim. “Hayır”. “Anladığım kadarıyla sen bu adamı planlayarak vurmaya gitmişsin, kardeşim kız istemeye gider gibi adam vurmaya gidilir mi?” diye tekrar sordum. (Takım elbiseyle kösele ayakkabıyla, vallahi birde kravatıyla.) “Ayrıcada kaçmaya çalışmışsın” dedim. “Kaçsan nereye kaçacaksın ki! Allah Aşkına senin bu tipinden bu ülkede kaç tane adam var ki?” diyerek bu sinirle şahsi cezaevinin iç tarafındaki koğuşların olduğu bölüme yolladım.

Bu meyanda yaşananlara şahit olan ancak beni çok fazla tanımayan çok beyefendi bir arkadaş daha vardı. “Allah aşkına bedavadan kendine sinir yapıyorsun böyle olur mu?” dedi. Bende kendisine o meşhur cevabımı vermiştim “Kalitesiz dosta da, düşmana da dayanamıyorum” demiştim. Eğer ki hırsız, katil çok profesyonel olursa onu yakalayacak poliste tüm teknolojiyle güçlendirilmiş, özel olarak yetiştirilmiş, çok özel polis gücü olur dedim. ( Akşam evinizde ana haberleri açtığınızda hırsızlarımızdan, katillerimizden polislerimizin durumlarını sizler de görüyorsunuz ama ayda birde olsa kaçan suçlu Amerikalı polisinin elinden kaçamadı diye bazı haber görüntüleri oluyor, birde orayı görüyorsunuz .)

Benim eskiden beri savunduğum mantık, iyi kötünün panzerleridir bir ülkenin büyüyebilmesi her ikisinin de kaliteli olmasıyla mevcuttur. Bunu yaşananlardan örneklerle çoğaltmak gerekirse dinimizin bin ayrı çeşit öğretilmesini örnek alabiliriz. Halk olarak dini bilgimiz olmadığı için bize dini yorumlamayla görevli hocalarımızın durumu ortada, hepsi ayrı bir model, hepsi Allaha Emanet. Çünkü biz dini çok az bildiğimiz için onları sorgulayamıyoruz.

Aklı başında bir insanın onlarla görüşerek daha dindar olması bence hiç mümkün değil ancak, dini inancında zafiyet oluşması ise kuvvetle muhtemeldir.
Tabiî ki yine Askeri suçlayanlar olabilir, hocaların dini öğretmesine izin vermediler diyenler olabilir. Benim anlatmak istediğim çok farklı bir şey, ben çok net olarak hatırlıya biliyorum çocukluğumuzda evde konuşulurdu: “Türkçe Kuran mı olur, dünyanın sonu gelecek” diye. Şükürler olsun ki 2000’li yıllarda artık Türkçe Kuran her yerde var, okuyup dinimizi anlayabiliyoruz.

Geçmiş yıllarda TIR şoförü olan bir arkadaşım bir şey anlatmıştı, önce gülmüş daha sonra ise üzülmüştüm. Ramazan ayında TIR şoförü olan başka bir arkadaşı Arabistan’a yük getirmiş iftarı beklerken bu meyanda Kuran okunmaya başlamış. Biz millet olarak duygusal olduğumuz için Türk olan TIR şoförü hislenerek ağlamaya başlamış, aynı yerde Türkçe bilen bir Arap sormuş “Neden ağlıyorsun?” Kendisi de okunan Kuran’dan etkilendiğini söyleyince Arap; “Ama bu okunan sure boşanma cüzü” demiş.

Halkımızın inandığı dini anlayamamasını sağlayan bu mantığı yani Kuranın Türkçe okunmaması mantığında yıllardır acaba Askerler mi sağlamış? Yoksa halkı daha rahat kandıra bilmek için anlattıklarının anlaşılmaması gereken haramzade birçok hocamı sağlamıştır? Bu sorunun cevabını tüm cevapların doğrusuna sahip olan Yüce Allah’a bırakırım.

Daha önceki satırlarımızda belirttiğim gibi bilgi bizi güçlü, güç ise bilinen veya bilinmeyen korkularımızdan özgür kılar.
Takriben 12–13 yaşlarında bir rüya görmüştüm, rüyamda bir akrabamı görmemem gereken bir şekilde ( cinsel olarak ) görmüştüm. Tabiî ki uykudan hemen uyanıp ağlamaya başladım, bu konuyu kimseye anlatmadığım için sır olarak her zaman içimde kaldı seneler geçtikçe kendime karşı olan nefretim kontrolsüz şekilde büyüyordu, kendimin aslında şeytana ait olduğumu bile düşünmeye başlamıştım. Mesela dindar olduğunu duyduğum bir insanla konuşurken asla onun yüzüne bakamazdım, gözlerine bakarsam içimde şeytan olduğumu anlaya bileceğini düşünürdüm. Yaşamış olduğum acılarımı o zamanki kendime karşı olan nefretimi inanınki anlata bilmem mümkün değil.

Tabiî ki o rüyadan hiç kimseye bahsedemiyordum daha sonraları şeytanı kendimden uzaklaştırmak için dini araştırmalarıma ağırlık verdim. 17–18 yaşında bir çocukken dergâha ziyarete gidip şeyh olduğunu hoca olduğunu söyleyen insanlarla muhabbetler ettim.
Tabiî ki gördüğüm rüyadan kimseye bahsetmiyordum zaten onlarda benim içimde şeytan olduğunu anlamamışlardı, muhabbetlerden öğrenebildiğim kadarıyla insanlar gördükleri rüyadan ve düşüncelerinden dolayı günah almazlarmış, yani onlardan sorumlu değilmişiz konunun kısaca dini yorumu bu şekildeydi.

Bir gün Türk mitolojisini anlatan bir kitap okurken yıllarca kendime eziyet çektirdiğim bu konuyla ilgili kesin bir bilgiye ulaştım. Genelde tüm Ataerkil topluluklarda ( yani erkeğin çok baskın olduğu) erkek çocukların çevrelerinde gözlemlediği şeylerden dolayı hayatlarında bir kaç kez bu tip rüyaları gördüklerini öğrendim, bunu okuduktan sonra yakın diye bildiğim arkadaşlarımı çağırarak onlara bir şey soracağımı ancak Şerefleri üzerine doğru cevap vermelerini söyledim. O yaşlarda aynı şekilde veya ona benzeyen rüya görüp görmediklerini sorduğumda bütün herkes biraz düşündükten sonra gördüklerini söylediler. Bende onlara; “Niye düşünüyorsunuz gördünüz veya görmediniz söylesenize?” dediğimde, bütün herkesin söylediği; “Gördüm ama görmemiş gibi davranıyoruz.” O zaman çekmiş olduğum bu acıları (senelerce) her hatırladığımda birçok kişiden gıcık kaparım. Benden büyük olan Biraderlerim ve Öğretmenlerim gibi kişilerden bile.

Belki de bu satırları okuyan bazı kardeşlerimizde böyle bir şey yaşamıştır, belki de bu yüzden acı çekmiştir. (Benim kadar olması asla mümkün değil! ) Her zaman sıkça tekrarladığım gibi yine söylemekte fayda görüyorum, bilgi bizi güçlü, güç ise bilinen veya bilinmeyen tüm korkularımızdan özgür kılar, biraz önceki örnekte anlatmış olduğum gibi.

Gitmiş olduğum dergâhlarda dinlediğimde algılayamadığım ancak kabullendiğim bazı sohbetler vardı, içimde şeytan olduğunu düşündüğüm için aklımın yatmadığı konularda hiç itirazda bulunmazdım şeytan bana vesvese veriyor derdim. Biraz önce anlattığım gelişmeler yaşanınca tabiî ki içimde şeytan olmadığını büyük bir zevkle anladım, kafamın alamadığı o konular tekrar açılınca bunlar şeytanın vesvesesi diye düşünmedim, artık kendime özgüvenim geri gelmişti. Gittiğimiz dergâhlardan birine tekrardan gittim “-Anlatmış olduğunuz şu konu kafama bir türlü yatmıyor” dedim.

Dergâhın hocası hangi konu olduğunu sordu bende kendisine büyük bir dikkatle konuyu anlattım, “Bizim yapmış olduğumuz hatalardan dolayı çocuklarımızın bedel ödeyeceği hatta onlarında çocuklarının bedel ödeyeceği bana pek mantıklı gelmiyor” dedim. Bana; “Tövbe tövbe diyerek bu Allahın kanunun dinden çıkarsın” dedi. Ben de kendisine; “İnsanoğlu bir kanun yapmış, kişinin işlemiş olduğu suç her ne olursa olsun hiç bir yakını yargılanamaz suçlanamaz diye ama senin Allahın kanunu diye anlattığın şeylere göre benim yaptığım hatadan haberi bile olmayan çocuğum, torunum bile ceza görüyor” dedim. “İnsanın yaptığı kanun Allahın yaptığı kanundan daha iyi olamaz ancak senin anlattığını doğru kabul edersek ortaya çıkan tabloda böyle görünüyor” dedim. Tabi bana birçok şeyler anlattı ama beni ikna edebilmesi hiç mümkün değil ben yüce Allah’ın böyle bir kanunu olacağına inanmıyorum.

Sonra kendi kendime birçok kez düşündüm, Yüce Allah’ın böyle bir kanunu olmayacağına göre bunlar nereden çıkıyor? Cevabı aslında çok basit sadece yakıştırıp söylemeye dilimiz varmıyor, bütün insanlar çocuklarına karşı çok hassastır, bütün insanlarında bilerek veya bilmeyerek işledikleri bazı günahları vardır, işlediği günahlardan dolayı çocuklarının azap çekeceğini düşünen adam, yüreğiyle acı çekip gözleriyle ağlarken çocukları acı çekmesin onları kurtarabilsin diye dergâha bolca para bırakacaktır.

Bu soygun düzenlerini beynimde çözdükten sonra hayata dair buhranlı anlarım, sinir krizleri olarak yine ön plana çıkıyordu, yine hayatı sorgulamaya başlardım bulabildiğim tek netice kaliteli olmaktı, insanında kaliteli, din adamının da kaliteli olması.

Paranın sağladığı madde anlamındaki kaliteden bahsetmediğimi zaten hepiniz anlamışınızdır ruhsal kaliteye ulaşmanın tek yolu da bilgidir. (Başka bir yolu yok! ) Bütün insanlar bilim adamı, din adamı olacak değil ya, kimisi katil olmak ister, kimisi de başka bir şey, ancak iyi veya kötü ne olursak olalım en iyisi olalım. Biraz önce bahsetmiş olduğum gibi kötü olanların bilgi ve başarıları da yükselmeye ve kalkınmaya hizmet eder ( Etki-Tepki meselesi gibi ).

Birde hiç anlamadığım, her düşündüğümde sinirlerimi bozan bir şey var ki ona değinmeden muhabbetin yönünü değiştirmeyeyim, herkesin kendine göre yorumladığı toplum öğretilerimiz vardır. Bir ailenin ufak çocuğu vefat eder, o ailenin dostu olan başka aileler “Komşu boşuna kendini üzme o daha çok küçüktü günaha bulaşmadan öldü şimdi cennet de” derler. O aileyi sevmeyen diğer aileler ise; “Gördün mü yaptıkları kötülüklerden dolayı Allah çocuklarının canını alarak cezalandırdı” derler, ama bunu söyleyenlerin çocukları başka bir sebeple vefat edince Allah onu çok sevdiği için cennetine almak için canını aldığını söylerler.

Biz nasıl böyle bir topluluk olduk inanınki anlayamadım, bu konuları düşüne düşüne neredeyse sinir hastası oldum ama nasıl olup ta kalite çizgimizi bu kadar kaybettiğimizi bir türlü anlayamadım. Bu konuyu tamamlayacak Cezaevlerinde geçen 1–2 konuya değindikten sonra bu seferki muhabbetimizde tamamlamak istiyorum ancak en kısa sürede muhabbetimize kaldığımız yerden devam etmek şartıyla.

Sabır göstererek halen daha okuyan arkadaşlarımız varsa onlarla beraber muhabbetimize kaldığımız yerden devam edelim.1500’lü yıllarda Roma kilisesi galiba ismi Cülus olan bir şeyi bastırarak insanlara cennetten yer satıyordu. O tarihlerde Almanya’da Rahip’lik yapan (inşallah ismini yanlış hatırlamıyorumdur) Martin Luther isimli kişi bunun komedi olduğunu, insanları soymaktan başka bir şey olmadığını her yerde anlatmaya başlayarak kendine bolca taraftar topluyor. Söylemiş olduğu şey ise Alman dilinde İncil bastırarak, insanların inandığı dini okuyarak anlamasını istiyor bu yüzden o tarihlerde mezhep savaşları çıkıyor. Bu savaşlar birçok cana mal olsa da Almanca İncil basılıyor. Dikkat edin sene 1500’ler benim çocukluğumda yani 1980–81 yıllarında halan daha Türkçe Kuran günah diye evlerde bulundurulmuyordu. Büyük önderin çalışmasıyla mücadelesiyle Türkçe baskı yapıldıysa da insanların beyninin içine girilmesi mümkün olmadı. Bildiğim kadarıyla şuanda yeni yeni her yede Türkçe tercümeler bulunuyor yani Almanya ile aramızdaki adaptasyon farkı 500 sene ne kadar komik değil mi?

Tekrar Cezaevindeki muhabbetlere dönersek, daha farklı atmosfer oluşacağı için kafamız da biraz dağılmış olur .

İlk Cezaevine girmiş olduğumuz yıllardaki psikolojimi daha önceleri anlatmıştım, farklı bir düzen vardı, iyi insanlar, sözüne sadık insanlar genelde yokluk içindeydi, o dönemde öyle insanları hatırlarım ki, belki istediğimde hayır cevabı alırım diye tırnak makasını kimseden istemeyip tırnaklarını dişleriyle kısaltıp (Kimseye göstermeden ) duvarlara sürerek törpülerlerdi. Biraz öncede söylediğim gibi maalesef bu insanların hepside sözüne sadık ve dürüst insanlardı. O zaman modası olan parlak kumaş İtalyan veya İngiliz takımlarını giyip pırlanta yüzük kolye takıp, dupont çakmak kullanan, tipler ise tabiri yerindeyse her türlü film fırıldağı çeviren, her hainliği yapan kişilerdi.

Konumumuz her ne kadar iyi olmuş olsa da her haksızlığı düzeltecek kadar değildi. Yeterince tecrübe sahibi de değildim ama akıllı cesur ve o yaşta da saygın bir kişiydim, kendi dünyamda isyan etsem de yapabildiğim tek şey kanun muhataplarını rahatsız edecek şekilde konuşmamdı. (İsim vermeyerek )

Bir gün Bloğun girişine, geçen herkesin görebileceği büyüklükte şu yazıyı yazdım: “Nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok Nice elbiseler gördüm içinde insan yok! “ Bunun neticesinde tahminlerime göre bana cephe alacaklardı, gerçi bende örgütlenmemi tamamlamıştım. Kendi yaşıtım genç çocuklara; “Kardeşim bu heriflerden bir paket sigara alıyorsunuz karşılığında öz analarının kendilerine yapmayacağı hizmeti yapıyorsunuz” dedim. “Adamı vuran sizsiniz, ezilende sizsiniz siz hiç 50–60 yaşında adamların birini vurduğunu duydunuz mu gördünüz mü?” diyerek fikirlerini etkiledim.

Tabiî ki tüm genç mahkûmlar benimle beraberdi, beklemeye başladım yaşadığım şeyi size söylediğimde samimiyetliğimle söylüyorum ki inanmayacaksınız. Hemen hemen hepsi o parlak kıyafetleriyle gelerek vallahi, “Reis bu kadar güzel bir söz mü olur?” dediler. Sonrada; “Allah senden razı olsunu eklediler”. O anı anlatabilecek hiçbir kelime olmadığı için o anki yaşamış olduğum şaşkınlığı ve cesaretsizliği şuanda bile yaşıyorum. Bunlar demek ki bu imkânlara bu şekilde sahip oluyorlar diye düşünmeye başladım tüm yeni nesilde bunları görerek bu şekilde yetişiyordu, yani kalitesiz adam üretme fabrikası gibiydi, sistemin tamamı değiştirilmeliydi.

Herkesten güzel kıyafetler giyip, herkesten daha güzel arabalara binip (Tabiî ki kolye bilezik yüzük künye v.s gibi şeylerin takmadığımı ve de takılmaması gerektiğini öğrettiğimin bilinmesini isterim) ama onurlu yaşanılabileceğinin iddiasına sahiptim. Bütün semtlerdeki kaliteli gençlerle irtibat kurarak onları da cesaretlendirerek, yepyeni bir sistem kurmuştuk. O tip yaratıkların hâkimiyetine son verebilmeyi başarmıştık.

Bir taraftan sokaklarda bunları yaparken, diğer taraftan Türkçülük ideolojisiyle ilgili çalışmalar yapıp kendimizi geliştiriyorduk. Diğer taraftan ekonomi kitapları okuyup iş dünyasının içine giriyorduk tüm bunları yaparken en az 3–4 sporla ilgilenip, diğer taraftan dalgıçlık eğitimi, pilotluk eğitimi, alıp bunun haricinde tüm kara ve deniz araçlarını sürmeyi öğrenebilmek için gayret ediyordum. Mübalağa olacak diye aynı anda yaptığım başka şeyleri burada anlatmak bile istemiyorum. Mesela Emniyet’te kim bilir hangi komik sebepten gözaltına alındığımda birilerinin emriyle işkenceye uğrarken, işkence molalarında altıma sermem için verilen eski gazeteleri okurdum. Dediğim gibi nerde olduğumuzun hiçbir önemi yoktu tek şey yeni bir şeyler öğrenmekti.

Bir gün çok yakın bir dostum; “Nereye ulaşmak istiyorsun, bu hırsın ney?” diye sormuştu. Cevabım onun beklediğinden çok çabuk ve kısaydı: “Sadece inandığım değerlere hizmet etmek istiyorum” dedim. Sadece hizmet. Bir gün beni seven tüm arkadaşlarım haklı olduklarına inanarak benle dostluklarını bitirirlerse tek başıma da kalsam devam edebilmeliyim yani tek kişilik bir ordu olmalıyım derdim ve arkadaşlarıma da bu yönde tenkitlerde bulunurdum. (Tabiî ki sınırlarımızı zorlarken ruhsal olarak kendimize zarar vermeyecek şartıyla).

Bir kaç gün önce gelen bir avukat arkadaşımızla muhabbet ederken keşke zaman bir anda geçse sizde tahliye olsanız dedi. Benim kendisime verdiğim cevaba çok şaşırdı çünkü ona “-Bu çok kötü bir düşünce dedim eğer ki zaman çok çabuk geçerse ben kendimi nasıl geliştirebilirim?” diyince; “Siz zamanın hızla geçmesini gerçekten istemiyor musunuz?” diye sordu, bende “Kesinlikle istemediğimi nasıl geçmesi gerekiyorsa o şekil geçmesi gerektiğini” söyledim.

Bu muhabbetleri yaptığım için insanlar şaşırıyor olabilir, ancak bizim olduğumuz yerde başarısız olma gibi bir lüksümüz yok, işte bu yüzden istemeliyiz hem de çok istemeliyiz hatta bilge düşünür Ovidius’un dediği gibi:“Şiddetle arzulamalıyız” .

Bir düşünürün söylediği şu güzel sözü de sıkıntıya düştüğümüz zamanlarda unutmamalıyız: “Her sıkıntıda dengi kadar veya daha fazla bir kazancın tohumları vardır.” Bizler için kötü diye bir şey olmamalıdır yaşadığımız en kötü şartlarda bu sözü mutlaka aklımıza getirmeliyiz.

Elimden geldiğince sık sık ziyaretinize gelmek için gayret göstereceğim, mektuplarda geçen konularla ilgilide bu şekilde anlatımlarım olacaktır.

Ama şunu asla unutmayın: “Ben bu konularda en yetkili merci değilim.” Bu yüzden “Yapmış olduğum yorumlar kesinlikle doğrudur” diye bir düşünceye girmeyin. Bunlar sadece benim yorumlarım ve düşüncelerim sizin için en doğru olan şey onayladığınız şey olmalıdır. Bence bu dünyadaki en bahtsız insanlar bir başkalarının kendi kaderleri üzerinde söz sahibi olmalarına izin verenlerdir. Bana göre en bahtlı insanlar ise almış olduğu kararlarla kendi kederinin efendisi olmuş kişilerdir.

Satırlarıma son vermeden önce sizi ve tüm sevdiklerimizi Yüce Yaratıcıya Emanet eder var olan onur ve şerefinizin çoğalarak devam etmesini Yüce Allah’tan dilerim.

SEDAT PEKER


 
  Bugün 19 ziyaretçi (25 klik) kişi burdaydı!  
 
ip-numaram.com IP adresi

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol